Cumartesi

 

Bizim yakın tarihimiz yalanlarla, ikiyüzlülüklerle, gerçekle ilgisi olmayan düzmece senaryolarla doludur. Birkaç örnek vermek istiyorum:

(1) Mustafa Kemal Paşa’nın ölümünden önceki yıllarda İsmet Paşa cumhurbaşkanı ile bozuşmuş; iki ünlü şahsiyetin araları çok açılmıştı. Atatürk, vasiyetnâmesine “İnönü’nün çocukları için kendi servetinden burs verilmesi” şartını koymuştur. Niçin? İsmet Paşa’nın öldüğünü mü sanıyordu? İki Paşa niçin birbirine darılmıştı? “Ben rakı sofrasından emir almam!” sözü doğru mudur? 1950’li yıllarda Atatürk–İnönü anlaşmazlığı ve dargınlığı üzerine hayli yayın yapılmış, kitap ve makale yazılmıştır. Şimdi zamanımızda bu iki tarihî şahsiyet can ciğer dost gibi gösterilmekte, resmî ve ideolojik tarihçiler o eski kavgalardan ve dargınlıklardan hiç bahsetmemektedir.

(2) Atatürk’ün vasiyetnamesi bir türlü açıklanamamaktadır. Niçin? İlgililer ve bilgililer bu tarihî belgeyi niçin açıklamıyor, neden korkuyorlar? Vasiyetnamenin tam metni şu anda hangi makamdadır? Böyle giderse bu tarihî metnin yok edileceğinden korkulur. Bazı sorumlu kişiler ve kuruluşlar hem Atatürk edebiyatı yapıyor, hem de onun ölümden sonrası için yazmış olduğu talimatı, istekleri, son arzularını millete açıklamıyorlar. Bu önemli belgede neler yazılıdır? Belli başlı maddeleri nelerdir? Atatürk büyük serveti ile ilgili ne gibi harcama taleplerinde bulunmuştur?

(3) Bugünkü resmî tarihe bakarsanız, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan “Büyük Millet Meclisi” padişaha kafa tutmak için kurulmuştur. Halbuki ilk Meclis’in zabıtları elimizdedir. İsmet Paşa bunları kendi Millî Şefliği zamanında eski yazıdan Latin harflerine çevirtip bastırtmıştır. Meclis’in ilk celsesinde başkanlığını, en yaşlı mebus (milletvekili) olan Sinop mebusu Şerif bey yapmıştır. O gün Mustafa Kemal Paşa da kürsüye çıkmış ve Meclis-i Millî’nin şu iki gaye için açıldığını söylemiştir: Halifeyi ve Padişahı düşman baskısından kurtarmak, memleketi kurtarmak. O günlerde Ankara’da yeterli otel olmadığı için milletvekillerinin bir kısmı, şehrin yatılı okullarından birinin yatakhanesinde kalıyorlarmış. Ankara valisinin emriyle sabaha doğru, fecir vaktinde yatakhanede ezan okunur, meb’usîn-i kiram hazeratı (saygıdeğer milletvekilleri) namaza kaldırılırmış. Doktor Rıza Nur hatıralarında bundan bahseder. Yakın tarihimizin uzmanlarından Profesör Mete Tunçay, Millî Mücadele’nin İslâmî bir kıyam hareketi olduğunu iddia eder ve bu iddiasını belgelerle isbatlar. Şimdi genç nesillere okutulan resmî tarih, gerçeklerden ne kadar uzaktır.

(4) Seksen küsur senedir Sultan İkinci Abdülhamid Han aleyhinde bir sürü yalan ve iftira yayınlandı. Jön Türkler zâhirde ne istiyorlardı? Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet istiyorlardı. Peki bu dört değer ve kavram ne işe yarayacaktı? Mülkün ve halkın saadeti, huzuru, rahatı için lazımdı bunlar. Lakin
koca Sultan haksız yere tahtından indirilince İttihadçı ve Jön Türk eşkıyası elinde koskoca ülke on sene içinde parçalandı gitti. 1911’de İtalyanlar Trablusgarb’a ve Oniki Ada’ya saldırıp aldılar. 1912’de Balkan Harbi ile küçük Doğu Trakya dışında Adriyatik sahillerine kadar uzanan Rumeli elimizden gitti. En sonunda da Birinci Dünya savaşında Ortadoğu’yu kaybettik, ülkeyi düşmanlara teslim ettik. Ülke elden gittikten, devlet yıkıldıktan sonra hürriyet, müsavat, adalet ve uhuvvetin ne kıymeti kalır?

Okullardaki ve üniversitelerdeki tarih kitaplarında hâlâ Sultan Abdülhamid’e söğüp sayılıyor, Jön Türkler kahraman gibi gösteriliyor. Sultan Abdülhamid’in istibdadı zarurî idi ve son derece şefkatli bir rejimdi. Sultan Abdülhamid, anasını babasını öldüren katiller dışında, idam mahkumlarının cezalarını bile infaz ettirmezdi. Anayasanın verdiği hakla sürdüğü kimselere de genellikle bir iş verir, maaş bağlatır, gittiği yerde refah içinde ve serbest olarak yaşamasını temin ederdi. İttihatçılar ve Jön Türkler ise memleketi idam sehpaları ile doldurdular. Nice aydın, gazeteci, muhalif öldürdüler. Korkunç bir yolsuzluk ve kokuşma devri başlattılar. Genç nesiller bunları biliyor mu?

(5) Siyasetimiz bugün de bir yığın bilinmeyenlerle doludur. Başbakan Bülent Ecevit yıllardan beri hastadır. Hastalığının ne olduğu açıklanmış mıdır? Açıklanmamıştır. Başbakan rastgele bir vatandaş değildir. Ülkeyi idare etmektedir. Onun sağlığı ve hastalığı altmış beş milyon Türkiyeliyi ilgilendirir, devleti ilgilendirir, memleketi ilgilendirir. Demokrasiler açık ve şeffaf rejimlerdir. Bizde ise başbakan sağlık sebepleri dolayısıyla işini göremeyecek hale geliyor ve durumu millet bilmiyor. Rahşan hanım eşini doktorlardan gizliyor, ziyaretçilere göstermiyor. Böyle demokrasi olur mu? Böyle açıklık ve şeffaflık olur mu?

(6) Yakın tarihimizin en büyük sırrı Sabataycılıktır. Bu gizli, güçlü, esrarlı zümrenin mahiyeti nedir? Ortalıkta doğru dürüst ilmî araştırma yok. Milyonlarca vatandaş bu Sabataycılık kelimesini iki yıl önce öğrendi. Konu az buçuk gündeme girdi ama esrar bulutları sıyrılmadı. Sabataycı zümre kaç kişidir, belli başlı şahsiyetlerinin isimleri nedir, ne yapmak istiyorlar; siyasette, iktisatta, kültürde, sosyal yapıda ve hayatta tesirleri ne kadardır, güçleri nedir? Bu sorular şu anda cevapsızdır. Okullarda, fakültelerde okutulan tarih kitaplarında Sabatay Sevi’den, Sabataycılıktan tek kelime ile bile bahsedilmiyor. Sabatay Sevi, Sabataycılık bu kadar önemsiz midir? Önemsiz değil, önemli ise niçin bahsedilmiyor?

(7) Nazım Hikmet, Atatürk rejimine kafa tutmuştur. Atatürk’ün sağlığında tutuklanmış, muhakeme edilmiş, on beş sene zindanda yattıktan sonra af ile hürriyetine kavuşmuş, sonra bir fırsatını bularak Sovyetler Birliği’ne kaçmış, Moskova havaalanında uçaktan inince gazetecilere “Benim vatanım Sovyetler Birliği’dir, beni Stalin yarattı” demiştir. Günümüzde ise, Atatürk’ün ve rejiminin can düşmanı olan bu adam Atatürkçüler tarafından sıkı şekilde kucaklanmış olup, lehinde bir sürü propaganda yapılmakta, millî bir kahraman haline getirilmek istenmektedir. Hem Atatürkçü olmak, hem de Nazımcı olmak. Bu iki şey bir arada olabilir mi? Ne dolaplar dönüyor!

(8) Atatürk’ün en büyük devrimi Mason localarının kapatılmasıdır. 1935’te kapatılan localar, Millî Şef İsmet Paşa zamanında açılmıştır. Mason localarının açılması Atatürk’ün hatırasına yapılmış bir ihanet değil midir? Bugün bütün masonlar su katılmadık, yüzde yüz saf ve ateşli Atatürkçü geçiniyor, görünüyor. Böyle bir şey mümkün müdür? Gençlik, yeni nesiller Atatürk’ün “Farmason Localarının Kapatılması İnkılabı” konusunda niçin aydınlatılmıyor, niçin bilgilendirilmiyor? 02 Haziran 2002