Bir televizyon programında, onattı yıllık iç savaş sonrası Beyrut’u gösterdiler. O mâmur ve canlı şehir yangın yerinden betere dönmüştü. Enkaz yığınları, harabeler, delik deşik duvarlar, kurşun ve top mermisi delikleri. Beyrut mahv olmuş, bitmişti. Savaşın dehşetini ve yakınlarını kaybetmenin acısını yaşamış olan bir kadıncağız ağlayarak “Beyrut cennet gibiydi, ah yazık oldu bu güzel şehre!” diyordu.

Beyrut cennet gibi miydi? Ben bu şehirde ev tutup, sürgün hayatım esnasında birkaç ay yaşamış bir kimse olarak, o ağlayan kadının görüşüne iştirak edemeyeceğim. Beyrut yalancı bir Cennetti. Şeyhü’l-cebel Hassan Sabbah’ın sahte cenneti gibi bir şeydi. Orada Allah’ın yasakladığı bütün çirkin günahlar işleniyordu. Sadece yüce İslâm Şeriat’inin değil, Hıristiyanlığın, hattâ Musevîliğin de yasak ettiği çirkinlikler orada kol geziyordu.

Beyrut bir fuhuş şehriydi. Beyrut bir âiz şehriydi. Altın Buzağı dininin tapınakları olan Bankalar beldesiydi o günahkâr Beyrut. Tevrat’ta, İncil’de, Kur’ân-ı Kerim’de lânetlenen fâiz, fuhuş, fücur, fısk merkeziydi Beyrut.

Gerçi Beyrut’ta câmiler, kiliseler, havralar vardı ama din orada dünyaya âlet edilmişti. Orada denânir (dinarlar) din, nisa kıble olmuştu sanki. Gazinolar, barlar, pavyonlar, günah evleri, kumarhâneler, lüks otel lobileri gündüzleri cıvıl cıvıl, geceleri ışıl ışıldı. Ortadoğu’nun sözde muhafazakâr ülkelerinin ileri gelen zenginleri ve kodamanları felekten kâm almak için arada bir kapağı Beyrut’a atarlardı. Nice maşlahlı herifler, Ramazan’da oruç tutmamak için yıllık tatillerini o mübârek aya getirir, nakz-ı siyamı Beyrut’ta ederlerdi.

Beyrut para şıkırtıları, çalgı sesleri, raks zilleri, gaflet kahkahaları şehriydi. Beyrut bir medine-i redaet ve rezâlet idi.

Onlar, bu âlem hiç bitmez, bu fısk u fücur hiç sona ermez sanıyorlar; günahlarına ara vermeden devam ediyorlardı.

Halbuki ayaklarının altındaki yer hırsından titriyor, başlarının üzerindeki gök homurdanıp duruyordu. Peygamberler o şehrin halkını uyarmışlardı. Onlar ihmal edilmiyorlar, imhal ediliyorlardı (kendilerine mühlet veriliyordu). Nihayet mühlet bitti ve ansızın Allah’ın azabı tepelerine iniverdi. Ellerinde kadehleri, kucaklarında fâhişelerı, kasalarında paraları ile yakalanıverdiler günahkârlar güruhu.

Tam on altı sene azap yağdı Beyrut’un üzerine. Ordular, çeteler, cemaatler birbirlerine girdiler. Allah zâlimlere, başka zâlimleri musallat etmişti. Arada, nice günahsız da yandı. Nitekim Yüce Kur’ân şöyle buyurmuyor muydu? “Öyle bir musibetten korkunuz ki, o içinizden sadece kötülere isabet etmez.”

Beyrut’un âkıbeti Sodom’un, Gomore’nin, Lût kavminin ve diğer azgınların sonuna benzemişti. Nice hânümanlar söndü, nice canlar gitti; eski mâmurelerin yerinde yeller esiyor şimdi.

Gafiller hâlâ gevezelik ediyorlar. Yok iç savaşmış, yok Amerika’nın ve İsrail’in kışkırtmasıymış, yok Suriye’nin saldırganlığıymış, yok solcu Müslümanlarla sağcı hıristiyanların kapışmasıymış. Bre gafiller, yapana bakacağınıza Yaptırana baksanıza! Perdeyi aralamağa çahşsanıza.

İç savaş şimdi sona erdi ya. Ehl-i dünya Beyrut’u tekrar “cennet” etmeğe hazırlanıyor. Affedersiniz eşek cenneti. Yine içki, yine fışkı, yine fuhuş, yine kumar, yine fâiz.

Bir general Aoun mu ne karın ağrısı vardı. Herifin bir elinde çelipa (haç), bir elinde silâh vardı. Bir yandan adam keser, bir yandan da esrar ve altın kaçakçılığı yapardı. Şimdi, Aoun’lar pusuda bekliyorlar. Beyrut’ta «cennetleşme» başlasın da eski kârlarına devam etsinler.

On altı yıllık azaptan ders almadılar. Tevbe etmediler. Bakalım bundan sonraki “son’ları nasıl olacak?

Şimdi Beyrut’u bırakalım da, bize dönelim. Bizdeki fitne fücurlar da İstanbul’u, İzmir’i, Antalya’yı, Bodrum’u ve bütün yurdu Beyrut’laştırmak istiyorlar. Şu İslâm mülkünü dev günah kâr hâneleriyle doldurdular. Turizm perdesi altında halkımızın ismet perdesini paramparça etmek istiyorlar. İçki seller gibi akıyor, üstsüzler, altsızlar nice canlar yakıp ocaklar söndürüyor. Para gelsin, döviz gelsin de ne halt yenirse yensin. Amaç paradır. Para için her şey fedadır. Bu cinayetleri işleyenlerin bir kısmı da sözde dindardır. Amerikanvâri dindarlık!

Doğu’da bir müddettenberi açılmış bulunan hudut kapılarından ülkeye oluk oluk Sovyet fâhişesi giriyor. O eski koyu Müslüman bölgede ahlâksızlık diz boyu. İstanbul Romanyalı fâhişelerin istilâsına uğradı. Bilgililer ne mi yapıyor? Önleyemiyorlar mı önlemiyorlar mı? Önlemek mi? Bırakın önlemeyi, mum tutuyorlar mum!

Uğursuzlar memleketi meyhâneye çevirdiler. Yerli içki imalâtı yetişmiyormuş gibi, gemiler, tırlar dolusu yabancı içki ithal ediliyor. Bir iki ithalâtçı yârân daha trilyoner olacak. Haramzâdeler! Be gafiller, siz servet yığmıyor, ateş yığıyorsunuz. Allah’a isyan ederek, halkı zehirleyerek biriktirdiğiniz bu servetleri âfiyetle yiyebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Dünyada rezillik, âhirette rüsvaylıktır sonunuz. Yatlarınız, milyarlık arabalarınız, kasalarınız, tripleks fücurhâneleriniz ve kazurat tulumu tombul bedenlerinizle belâdan belâya mübtelâ olacaksınız. Bekleyin göreceksiniz. Sizin gibi mikropları ateş paklar ancak.

Namussuz bir çete var gücüyle günahı, Allah’a isyanı, sarhoşluğu, iffetsizliği körükleyip duruyor. Uydulu ekranlar âile harimlerinin tam ortasına sanki lağım akıtıyorlar. Pornografi en büyük silâhlarıdır bu şeytanların. Gençliği, ayak takımı tenâsul âletlerinden tutarak istedikleri yöne çekmek istiyorlar. Bu yön onların yalancı eşek cenneti, yahut asıl adıyla cehennemdir. Arada bir de “Cenab-ı Allah” diyorlar. Soytarılar!

Rüşvet, soygun, hazine talanı, alavere dalavere, mantar gibi kısa zamanda yerden bitiveren trilyonluk servetler, dağlar gibi haram kazançlar, vergi rekortmeni resmî vesikalı Madam’lar, başka Madam’lar, Mösyö’ler, Mister’ler, kibar haydutlar, saygıdeğer fâhişeler, mankenler, neon ışıkları, cazlar, sazlar, çın çın öten kadehler, lıkır lıkır akan şaraplar, şehvet dolu isterik kahkahalar, günahlar, isyanlar, zulümler… Siz bu devran böyle sürer gider mi sanıyorsunuz? Siz bu gidiş hep bu minval üzere yiye içe, hoplaya zıplaya, halt ede ede devam eder mi sanıyorsunuz?

Hayır gafiller! Gök çatırdıyor, yer sallanıyor, sizin haberiniz yok. Siz sallanmayı, kendi sarhoşluğunuza veriyorsunuz ama azap ansızın tepenize iniverir bir gün.

Ve siz Müslümanlar! Vurdumduymazlığı ve sızıldanmayı bırakın da, vazifenizi yapın. Bu vazife emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münker’dir, yâni iyiliği yaymak, kötülüğü kovmaktır. Bu fiilen yapılır, dille ve kalemle yapılır, kalple (içinden nefret ederek, lânetleyerek) yapılır. Bu sonuncu derece ise imanın asgarîsidir. Hadîs-i şerifte böyle buyuruluyor. Eğer emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmazsanız, umumî olarak inecek bir musibetten kendinizi kurtaramazsınız.

Benden söylemesi.

Not: Rahat ve huzurlarını kaçırdığım bazı dostlardan helâllik dilerim.

BEYOĞLU’NA DAİR

Geçenlerde Beyoğlu Ağa Câmii’nde namaz kılıyordum. Yoldan geçen tramvayın çan sesleri beni kırk sene öncesine götürdü. Bir an için Galatasaray Lisesi’ndeki talebelik yıllarımı hatırladım. O zamanlar Beyoğlu bu kadar bayağılaşmamıştı. Az çok bir kalite vardı. İslâmî ölçülere göre pek ahlâklı ve faziletli olmayan ve Batı merkezlerinin bir karikatürü manzarasını arz eden burada Ağa Câmii bir huzur, bir liman gibiydi.

İstiklâl Caddesi’ni Taksim’den Tünel’e kadar trafiğe kapatmaları ve tramvay hattı döşemeleri fena olmadı. Ancak yerlerdeki beton kaldırım taşlarının yarısı daha yol açılmadan çatlamış vaziyetteydi. Bu işte bir dolap, bir dalavere dönmüşe benziyor. Zaten her ihâle, bir müteahhitlik işi bu hale gelmedi mi? Harcanan paralarla tabiî malzeme kullanılarak çok daha sağlam ve güzel bir şekilde döşenebilirdi o yol. Ama kalitesiz ve zevksizce yaptırıldı. Kırık, çatlak, tesviyesız, zevksiz o kaldırımları gördükçe içimden her defasında lânetler okuyorum. Yuf olsun!

İleride Beyoğlu’nun bir açık hava meyhânesine dönmesinden korkulur. Kumkapı öyle olmadı mı?

19.10.1991