Yanardağ Patlamaya Hazırlanıyor
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 30 Aralık 2018
Salı
Yay gerildi, gerildi, gerildi. Hedefe nişan alındı. Yay boşaltıldı. Vınnn… Ok yaydan çıktı gitti… Her atılan ok hedefi vurmaz… Ya vurursa?.. Muallak kader okları vardır. Yaydan çıkınca mübrem kaza olur.
1960’lı yıllarda, Muhyiddin Arabî hazretlerinin, âhir zamanda İstanbul’da yaşanacak ve görülecek fitnelere ait bazı keşif ve kerametlerini duymuştum. Bunlar inanılması çok zor feci şeylerdi. Onların patlak vermesi yaklaştı mı? İnsanlar azgınlıkları, isyanları, tuğyanları kendi iradeleriyle önlemeye çalışmazlarsa volkan patlar, ne azgın kalır, ne azmamış…
Bundan iki bin yıl kadar önce
birtakım adamlar keyiflerince yaşıyorlardı. Bezirgânlıklar, hesaplar kitaplar, ihtiraslar, şehvetler, fuhşiyatın her çeşidi… Üzerleri çeşit çeşit nadide yiyecekler ve şaraplarla dolu sofraların kenarındaki yataklara uzanıyor, saatlerce yiyip içiyorlardı. Mideleri iyice dolunca biraz öteye gidiyorlar, yediklerini içtiklerini kusuyorlar, tekrar sofraya oturuyorlardı.
Vezüv onları ansızın, olanca fuhuş ve şehvetleri içinde yakalayıverdi. Kaçmak istediler kaçamadılar.
Bu adamlar. Vezüv’ü hiç düşünmüyorlar. Ama Vezüv var, Vezüv patlar… Vezüv’ün içi ateş dolu, yakar… Müslüman bir ülkede Peygambere hakaret edilince Vezüv’ün patlamasından korkmalı.
Allah’ın sınırları var, onlar bildirilmiş, bu sınırlar çiğnenince yanardağ patlar… Zemin sarsılır… Yüksek binalar yere serilir…
“Öyle bir belâ ve musibetten korkunuz ki, o içinizden sadece kötü olanlara isabet etmez…” Genel gelir. Şu adamlar ve kadınlar dindar ve salih görünüyor ve geçiniyor ama kendilerinde münafıklığın bütün alametleri var. Salâh ile nifak bir arada olur mu?
Muhteremlerin, hazretlerini erbab haline getirip putlaştıranlar salih kişiler midir? Altın ve gümüşe, euroya dolara, mala servete tapmak Müslümanlıkla uyuşur mu? Bilenler bildikleri ile niçin âmil olmuyorlar? Bilmeyenlere niçin bildirmiyorlar? Bin dört yüz yıl önce her şey bildirilmiş, asırdan asra, nesilden nesle bu bilgiler günümüze kadar intikal etmiş. Bunları insanlara hatırlatmakla, öğretmekle, ilan etmekle yükümlü olanlar niçin vazifelerini yapmıyor?
Müslüman bir toplumda riba yaygın hale gelirse o toplum hiç iflah olur mu? Müslümanım diyenlerin ezelde Allah ile yaptıkları bir ahd ü misak var, Peygamberle biatleşmeleri var. Bu ahd ü misaka ve biata hıyanet edenler ne korkunç bir suç işlemiş olduklarının farkında mıdır?
Kurtarıcı kitaplar var, okunmaz… Öğütler var, tutulmaz… Uyarılar var, kulak asılmaz… Ellerinizi kulaklarınıza koyup semayı dinleyiniz. Korkutucu sesler geliyor. Yere yatıp toprağı dinleyiniz, homurtular geliyor derinliklerden. Rüzgâr hırçınlaşıyor, kuşlar acı çığlıklar atarak uçuyor. Dilsiz ve sessiz gibi görünen eşyada bir huzursuzluk, bir tedirginlik… Vakit yaklaşıyor, vakit darlaşıyor. Lakin yine de vakit var. Var ama çok az. Derlenip toparlanmak zamanı. Niçin kendimize çeki düzen vermiyoruz?
Kur’an bizi uyarıyor, Sünnet uyarıyor, fıkıh ve şeriat uyarıyor… Rabbani alimler, kâmil mürşidler geçmiş asırlarda uyarmışlar, kitapları elimizde… Eskisi kadar sayıları çok olmasa, tesirleri yeterli olmasa da bugünkü alimler ve mürşidler de uyarıyor. Yer uyarıyor, gök uyarıyor.
Bağdat’ın hali ne kadar ibretlik. Bugün Bağdat, yarın başka bir ülke ve başka bir şehir. Filistin’in ezilen mazlum halkının yardımına koşmazsan yarın aynı şeyler senin de başına gelebilir. Komşuları, vatandaşları, kardeşleri aç iken kendileri tok sabahlayanlar korkunuz korkunuz korkunuz… Komşusu açken kendisi tok sabahlamayı adet edinenlerin akıbeti parlak olmaz.
Bozuk düzenlerde bozuk işler yapılır, her halt yenilir diyenler, sizin sonunuz bu kafayla çok kötü olacak. Şu adama bakınız dünyadan cehenneme bin kişiyi yakacak odun götürüyor. Bunca ateşe nasıl dayanacak? Şu kadın ne kadar gururlu ve kibirli. Allah gururluları ve kibirlileri sevmez, bunu bilmiyor mu?
Riyaset sarhoşu şu adamı kim ayıltacak? Yanardağın patlama ihtimalini hiç hatırdan çıkartmayalım… Ne zaman? Ben ne bileyim…
İnsana dili kadar zarar veren, belâ getiren bir şey yoktur.
Mahremiyet, özel hayat diye bir şey kalmamıştır. Telefonlar dinleniyor, e-mailler kontrol ediliyor. Büyük şehrin her yerinde on binlerce kamera var. Kurumlarda, ticarethanelerde, sokaklarda, meydanlarda, her yerde… Görüyorlar ve kaydediyorlar.
On binlerce, yüz binlerce ajan, casus, kulak var. İstihbarat yapıyorlar. Önlerine gelen herkesi tarikata, cemaate, topluluğa sokanlar iyi bilsinler ki, içlerinde tümen tümen ajan bulunmaktadır. Bunlar sadece bilgi toplamakla, istihbarat yapmakla yetinmiyor,
On dokuzuncu asırda
adında bir İngiliz,
Mükemmel Arapça konuşuyor, tam bir Müslüman gibi hareket ediyor ve tabiî ki, beş vakit namazı kılıyordu. Ondan kimse şüphelenmemişti.
Gerekirse sakal bırakırlar… Namaz kılarlar… Nafile oruç bile tutarlar… Müslümanların ağlaması gerektiği yerde ağlarlar, gülmesi gerektiği yerde gülerler…
Bu adam, Hazret-i Ömer’den vazife istemiş, Halife ona yüz vermemişti.
Pek yakın tarihimizde bir
vardı. Bu teşkilatı Derin Devlet kurdurmuştu. İşi bittikten sonra kanlı bir şekilde tasfiye ettiler.
1908’de Manastır’da
mülazım Atıf, bilahare Çanakkale mebusu (milletvekili) yapılmıştı. İttihadcılık
bir doktrindir.
İkinci Meşrutiyet ile memlekete sözde hürriyet, adalet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik) gelmişti.
Beyazıt’tan Sirkeci’ye kadar yollarda üç ayaklı sehpalarda asılmış vatandaş cesetleri rüzgarla sallanıyordu.
İleri gelenleri cesur, gözükara, amansız ve acımasızdır. Her boyaya girerler. Yerine göre Atatürkçü, yerine göre ulusal, yerine göre dindar…
diyorlar. Bu zihniyet gözünü kırpmadan adam öldürür, kan döker. Bazıları dev bir barut fıçısının üzerine oturmuşlar, nargile içiyor. Nargile bitiyor, mangal yakıp kebap pişiriyor.
1908’de Meşrutiyet ilân edilip Kanun-i Esası yeniden yürürlüğe konulunca Selanik’te sarıklı hocalarla papazların sarılıp öpüştüğünü tarih kaydetmiştir.
Eski hikayeleri hatırlayan yok. Gaflet içindeyiz… 26 Mart 2008