Pazar

 

Resmî dili, Türkçenin bir lehçesi olan kardeş bir ülkeye girerken hudut kapısında gümrükçüler soruyormuş: “Yanınızda dinî-İslâmî kitap var mı?” varsa bunlara el koyuyorlarmış. O kardeş Müslüman ülkeye din kitabı, İslâm kitabı sokulması yasaklanmış…

Ne kadar acı, ne kadar düşündürücü, ne kadar kahredici bir durum değil mi?

Peki bu hale nasıl geldik?

Kabahatin tamamı, din kitaplarını istemeyen idarecilerde midir? Maalesef değildir. Sovyetler Birliği yıkıldıktan ve Müslüman ülkeler bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra Türkiye’den ve İslâm dünyasından bu ülkelere bir takım İslâmî cemaat ve gruplar gelmeye ve bazı dinî hizmet, faaliyet ve propagandalar yapmaya başladılar. Bunları şu şekilde tasnif edebiliriz:

1. Siyasî tarafı olmayan ve sırf dinî hizmet yapmak isteyen Müslümanlar. Bunlar cami, din mektebi, Kur’ân Kursu inşa ediyor; çocuklara, gençlere, halka din bilgileri veriyor; insanların ibadet etmesi, namaz kılması için çalışıyorlardı. Bu halleriyle de fazla rahatsız edici değillerdi.

2. Arap âleminden birtakım aktivist, siyasî tarafı olan, bazısı terörü bir âlet ve vâsıta olarak kabul eden cereyanlar. Bunların faaliyetleri mahallî idareciler tarafından haklı olarak şüphe ve tedirginlik ile karşılanıyordu.

3. Genel ve kucaklayıcı olarak İslâm için değil de, kendi cemaatleri, tarikatları, hizipleri için çalışan şucu, bucu, ocu gruplar.

4. Vehhabîler…

Yetmiş küsur yıl Sovyet cenderesi içinde ezilmiş, din tahsili görmemiş o ülkelerde İslâmî dâvet, hizmet ve faaliyet yapmak öyle kolay bir iş değildi. Son derece dikkatli, ihtiyatlı, hassas hareket etmek gerekirdi. Genellikle buna dikkat edilmemiştir. “Sovyet rejimi yıkıldı, Marksist ideoloji iflas etti, yaşasın İslâm geliyor!..” Böyle ucuz ümitlerle delidana gibi hareket edilmiş, fincancı katırları ürkütülmüş, lüzumsuz gürültü ve yaygaralar kopartılmış ve sonunda işte sınır kapılarında, hudutlarda “Yanınızda dinî-İslâmî kitap var mı?” diye sorulmasına yol açan tedirginliğe sebep olunmuştur.

İslâmî hizmet ve faaliyetler olgunluk, birikim, hikmet, tecrübe, firaset ile yürütülebilecek işlerdir, sadece iyi niyetle başarılı bir şekilde yapılamaz. Sovyetler Birliği’nden kopan Türk devletlerinin başındaki kadrolar eski komünist kadrolardır. Onlarda İslâm’a karşı bir yabancılık ve soğukluk olması tabiîdir. Müslüman davetçiler, hizmetkârlar bu hususu hiç nazar-ı itibara almamıştır.

Sovyetler Birliği yıkılınca İsrail, bağımsızlığını kazanan Ortaasya devletlerine ajanları, yerli Yahudiler, crypto Yahudiler vasıtasıyla hakim oldu. 1990’ların başında oralara davul zurna çalarak tozu dumana katarak giden İslâmcılar ise sükut-i hayale uğradılar.

İslâm dini siyasetin üzerindedir. Yüce dinimiz siyasete âlet ve vâsıta kılınmamalıdır. Hiçbir siyasî İslâmî hareket, kendisini Yüce dinimiz ile özdeşleştirmemelidir. Bunun neticesi iyi olmaz, hizmet yapalım derken hezimete sebebiyet verilir. Makedonya’da, Bosna-Hersek’te, Bulgaristan’da,Romanya’da, Azerbaycan’da Arap ülkelerinden gelmiş birtakım Müslümanlar gördüm. Onların peşinde giden yerli Müslümanlar gördüm. Sevimli, sempatik halleri yoktu.

Baku’da tarihi bir camide öğle namazı kılıyoruz. Bu bahsettiğim tipten Müslümanlar, cemaat ilk sünneti kılarken ayaklarını uzatmış kendi aralarında konuşuyorlar, sünnet kılmıyorlar…

Makedonya’da, Bosna-Hersek’te bu cins Müslümanlar, cemaatle namaz kılındıktan sonra öteki Müslümanlar ellerini açıp dua ederken dua etmiyor. Neymiş, ellerini açıp dua etmek bid’atmış… Balkanlar’da bazı Arap Müslümanları yeni camiler yapmak için Osmanlılar zamanından kalan tarihî camileri yıkmışlar, mezarlıklarını buldozer ile düzlemişlerdir.

İslâm güzel ve sevimli bir dindir. Müslümanların da güzel ve sevimli olması gerekir. Çirkin, asık suratlı, nefret verici, kırıcı, yıkıcı, kaba saba Müslümanlar hizmet yapamaz. İslâm’da ilahî bir neş’e vardır. Müslümanlarda da bu neş’e bulunmalıdır. İslâm muhabbet, meveddet, mürüvvet, fütüvvet, aşk, şevk dinidir. Dâvetçi ve tebliğci Müslümanların bütün dünyayı, bütün insanlığı kucaklayacak bir genişlikleri ve muhabbetleri olmalıdır. “Benim hizbim, fırkam, tarikatim, cemaatim…” deyip duran, öteki İslâmî grupları dışlayan Müslümanlarda hayır yoktur. Allah mü’minleri kardeş kılmıştır. Meşrebleri, mezhebleri, tarikatları, metodları ne olursa olsun bütün mü’minler kardeştir. Bu kardeşliği daraltmaya kimsenin hakkı yoktur.

Günahkâr bir Müslümana düşmanlık edilemez. Düşmanlık ve muhalefet sadece ve sadece onun günahına, hatâsına yapılır. Müslümanlar aktivist hareketlerle, kırıp dökerek, teröre müracaat ederek hizmet edemezler, insanları hak dine çağıramazlar. Hizmet ve davet gönülle yapılır, muhabbetle yapılır, ilim ve irfanla yapılır, hizmetle yapılır. Ahmet Yesevî, Mevlana Celâlüddin Rumî, Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Hasan eş-Şazelî gibi büyüklerin metodlarıyla, meşrebleriyle hizmet edilebilir ancak. Onlar kırarak dökerek, darıltarak, şiddetle değil; islah ve tâmir ederek, gönülleri imar ederek, muhabbetle hizmet etmişlerdir.

Gönül zenginliği, muhabbet silahı olmayanlar ne dâvet yapabilir, ne tebliğ, ne hizmet… İbn Teymiyye’nin sert ve haşin meşreb, metod ve zihniyetiyle fütuhat olmaz. Ehl-i Tevhid ve ehl-i Kıble olan mü’minlere ve muvahhidlere “Sen müşriksin, sen kâfirsin, sen bid’atçisin…” diyerek hizmet olmaz.

Asık suratla, abus çehre ile, gönül kâbelerini yıkarak hizmet de olmaz, dâvet de, tebliğ de… Hizmet, dâvet, tebliğ, manevî fütuhat ancak ve ancak Resûl-i Kibriya Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ilahî vahye ve ilhama dayanan metodu ile yapılabilir. Gerisi boştur, hederdir. Zühdsüz, gözyaşısız, istiğnasız hizmet olmaz, dâvet olmaz.

Hizmet ve dâvet hem Şeriatla, hem tarikatla olur. Bu iki kanada sahip olmayanlar uçamaz, sürünür.

“Benim tarikatim hak, öteki tarikatlar berbat… Benim şeyhim en büyük, öteki şeyhler en küçük…” diyen beyinsizlerle hizmet olmaz.

İlim, irfan, aşk, şevk, muhabbet, ilahî neş’e, hikmet, firaset, nübüvvet nuruyla görmek….Bunlar yoksa hizmet, dâvet, tebliğ, fütuhat, tebşir olmaz… 26 Mayıs 2003