Cuma

 

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu sosyal, siyasî, kültürel, iktisadî kriz ve sarsıntının ana sebeplerinden biri de, son altmış yetmiş yıl içinde lisana, eğitime, edebiyata yapılan baskılardır. Çok az sayıda vatandaş dışında bugün Türkiyeliler 1928’den önce yazılmış ve basılmış Türkçe kitapları ve vesikaları okuyamıyor. Okumasını öğrense bile mânâsını anlamakta büyük güçlük çekiyor. Bir ülkenin, bir halkın, bir devletin lisanı ikiye ayrılır:

– Konuşulan günlük iletişim dili. Bu, birkaç yüz kelimeden ibaret fakir ve yetersiz bir dildir.

– Yazılı edebiyat, düşünce, kültür, sanat dili. İşte Türkiye’de bu ikinci lisan mahvedilmiş, medenî bir milletin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek hale düşürülmüştür.

Tek bir insanı yâni ferdi değerlendirirken onun lisan ve edebiyat bilgisine bakarız. Anadilini ne kadar biliyorsa o kıratta bir adamdır. Edebî, kültürel, yüksek Türkçeyi on üzerinden üç not alacak kadar mı biliyor? Sınıfı geçemez. Aydınların sokak ve pazar Türkçesi bilmeleri, birkaç yüz kelime ile konuşmaları onların aydın olmalarına yetmez. Yüksek tahsil yapmış bir İngiliz nasıl bundan asırlarca önce yaşamış olan Shakespeare’yi okuyor, anlıyor ve bu kıraatten haz duyuyorsa; bir Fransız Molière’i, Racine’i, Corneille’i aynı şekilde okuyup, anlayıp, zevk alabiliyorsa; Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar bundan üç asır, dört asır önce yaşamış ediblerinin eserlerini anlayarak okuyabiliyorlarsa; yüksek tahsil yapmış Türkiyelilerin de Fuzulî, Bakî, Şeyh Galib gibi şairlerini, meşhur tarihçilerini, Evliya Çelebi gibi seyyahlarını okuyabilmeleri, okuduklarının mânâsını anlamaları, bu okumadan zevk duymaları gerekir. Bugün böyle bir şey Türkiye’de bir hayal olmuştur. Çünkü zengin, edebî, kültürel, yazılı Türkçe bitirilmiş, tahrip edilmiş, kuşa çevrilmiştir.

Zengin ve edebî lisanını yitiren bir toplum gücünü, üstünlüğünü yitirir, dejenere olur, bizim bugün düştüğümüz hale düşer.

Televizyonlardaki açık oturumlarda konuşan koca koca profesörlerin çoğu doğru dürüst Türkçe konuşamamaktadır. Herif okumuş ama bir sürü gramer, üslup hatâsı yapmakta; çok ağır ve sık sık durarak konuştuğu halde iki kelimeyi bir araya getirememektedir.

Anadili Türkçe olan her aydının, Türkçesi zengin ve kuvvetli değilse o adam herhangi yabancı bir dili de iyi öğrenemez. Bazı câhil kişiler “Filanca adam İngilizceyi anadili gibi bilir” şeklinde konuşurlar. Bunlara inanmayınız. Ne kadar Türkçe biliyorsa, İngilizcesi o sınırı aşamaz.

Lozan andlaşmasında Türkiye’yi, Türkleri mahvedecek, dejenere edecek, bir daha bellerini doğrultmalarına imkân vermeyecek gizli maddeler bulunduğu iddia edilmektedir. Bu esrarlı protokol kaç madde idi? Bunun içinde “Müslüman Türklerin lisanlarını bozacaksınız, mâzileri ile alâkalarını kopartacaksınız, milleti amnezik (hafızasını yitirmiş) hale getireceksiniz” gibi hükümler var mıydı? Elde belge yok, kesin bir şey diyemeyeceğim. Lâkin birtakım gizli güçlerin zengin, edebî, yazılı Türkçeyi bozmuş olduklarını isbata hacet yoktur. Manzara ortadadır.

Dedikodular, Namaz ve Cemaat

Milyonlarca Müslüman işini gücünü bırakmış, birtakım dedikodularla meşgul oluyor. Sayın cumhurbaşkanı, daha önce din hürriyeti, lâiklik, resmî ideoloji konusunda vermiş olduğu beyanların şimdi tam tersini söylüyormuş; böyle şey olur muymuş!..

Süleyman Demirel’in eskiden söylediklerine zıt fikir ve görüşler serdetmesi elbette üzülecek bir konudur. Ancak, buna şaşanlara, hayret edenlere acırım.

Elbetteki bu gibi şeyler tenkit edilir. Lâkin, durup dinlenmeden, bu konunun dedikodusunu yapmak Müslümanlara bir fayda sağlamaz.

Müslümanlar, öncelikle kendi üzerlerine düşen vazifeleri yapacaklar, ondan sonra bu gibi tenkit ve dedikodularla meşgul olacaklardır.

Müslümanlıkta en önemli eylem, aksiyon, amelî vazife nedir? Elbette günde beş vakit namaz kılmaktır. Şayet bir kişi dindar, sofu, şuurlu, uyanık ve iyi bir Müslümansa namaz borcunu yerine getirecektir. Nasıl getirecektir. Hür ve mukim erkekler, farz namazları camilerde cemaatle eda etmekle mükelleftir. Bu benim görüşüm ve tavsiyem değildir. Allah’ın Kur’ân-ı Azimüşşan’da bizim için “En güzel örnek ve model” olarak gösterdiği ve kendisine itaat etmemizi emrettiği Peygamber, mü’minlerin beş vakit farz namazı camilerde imamın arkasında cemaatle eda etmesini kesin olarak emretmiştir.

Dedikodularla, boş güncel haber ve rivayetlerle, incir çekirdeğini doldurmaz meselelerle uğraşan sözde dindar Müslümanların, Ezan-ı Muhammedî okunduğu zaman camiye gitmemeleri doğru bir şey midir?

Mücahidmiş, şuurlu ve uyanık Müslümanmış, islâmî nizam taraftarıymış, Asr-ı Saadet’in geri gelmesi için çalışıyormuş… Yok canım! Yahu siz daha cemaatle namaz kılmaktan âciz, iradesiz, vasıfsız Müslümanlarsınız, siz nasıl islâmî nizam kurabilir, Asr-ı Saadet’i geri getirebilirsiniz?

Bugün şuurlu, uyanık, gerçekten dindar bir Müslümanın en kolay yapabileceği şey ezan okununca camiye gidip, cemaatle namaz kılmasıdır. Bunu yapamayan kimse kendine şuurlu ve uyanık Müslüman demesin.

Hakikî ve ehliyetli hizmetkârları, sâlih ve sadık Müslümanları tenzih ederim ama bugün islâmî hareketin içine bir sürü moloz, din sömürücüsü, rantçı, yalancı, demagog, sahtekâr, soytarı, hokkabaz münâfık herif sızmıştır. Bunların dini imanı para, menfaat, riyaset, şan, şeref, şöhret, halkın rağbeti ve benlikleridir. Bu adamlardan bu dâvâya hayır gelmez şer gelir.

“Camiye geleceğiz de ne olacak? Bu zulüm bitecek mi, İslâm muzaffer olacak mı? diyecekler çıkabilir. Onlara: – Safsatayı bırakın da Kitaba, Sünnete uyarak namaz kılın, derim. Elbette namaz kılmakla, cemaat olmakla iş bitmez. Lâkin iş bunlarla başlar. 14 Ağustos 1999