Çarşamba

 

İçte ve dışta komiteler harıl harıl çalışıyor, toplantı üzerine toplantı yapılıyor ve Türkiye’ye Yahudi asıllı bir cumhurbaşkanı seçilmesi için gayret gösteriliyor.

Bir başka cumhurbaşkanı adayının Bahaî dinine mensup olduğu söyleniyor, bu iddia doğru mudur, bilemem.

Türkiye bir İslâm ülkesidir; halkın büyük çoğunluğunun Müslüman olması dolayısıyla cumhurbaşkanının da dindar bir Müslüman olması gayet tabiî bir şeydir. Ancak birtakım egemen güçler bunu kesinlikle istemiyor. Onlara göre yeni cumhurbaşkanı irticaya karşı bir kimse olmalıdır. İrtica nedir? Onlar İslâm ile irtica arasında bir ayırım yapmazlar. İrtica ile İslâm’ı özdeşleştirirler.

Gizli devletin istediği ideal cumhurbaşkanının, resmî ideolojiye bir din gibi inanması, bu ideolojinin ilkelerini hukukun, millî kimliğin, demokrasinin, insan haklarının üzerinde görmesi gerekir.

Millet Meclisi’nde inançlı ve millî kimliğe bağlı milletvekillerinin sayısı az değildir. Çeşitli partilere mensup olan bu milletvekilleri Meclis içinden veya dışından bir aday üzerinde anlaşsalar, onu pekâlâ en yüksek makama getirebilirler. Lâkin Bizanslaşmış bir siyasî ortam içindeyiz. Böyle bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlanması çok zordur. İnşaallah sağlanır.

Yeni cumhurbaşkanının güçlü bir şahsiyete sahip olması gerekir. Silik, iradesiz, suskun, teşebbüssüz, kokmaz bulaşmaz bir kimse buhranlar içindeki ülkemize hakkıyla kaptanlık yapamaz.

Statükocular mevcut sisteme hizmet edecek, her ne bahasına olursa olsun resmî ideolojiyi koruyacak bir kimse istiyor. Türkiye’nin ise büyük ve köklü değişimlere, çağı yakalamaya ihtiyacı var. Avrupa Birliği’ne girilmek isteniyorsa mutlaka böyle değişimler olması gerekiyor. Ben şahsen Birliğe girilmesine taraftarım, fakat bu halimizle bizi alacaklarını hiç sanmıyorum.

Statükoyu bin yıl sürdürmekte çok kararlı olan bir zihniyet vardır. Bu statüko bin yıl sürebilir mi? Böylesine bir kokuşma, dağılma, çözülme, bozulma ile bin yıl değil, on yıl bile ayakta durulamaz. Ülkemiz ve halkımız adalet istiyor. Genç nesillerimizin çağ seviyesinde güçlü ve kaliteli bir eğitime ihtiyaçları vardır. Üniversitelerimizin Japon, İsviçre, Almanya, Fransa üniversiteleri seviyesinde eğitim ve ihtisas vermelerini beklemek hakkımızdır.

Müzmin ve yüksek enflasyon bütün temel müesseseleri sarsmış ve dinamitlemiştir. Küçük vampir bir azınlık enflasyon sayesinde milletin, ülkenin kanını emmekte, domuz gibi yiyip şişmektedir.

Hukuk ve adalet düzenimiz bozuk ve yetersizdir. Halkın neredeyse yarısı birbiriyle davalıdır.

Bizden daha az nüfuslu, yüzölçümü bizimkinden daha küçük, kalkınma hamlesine bizden çok sonra başlamış Güney Kore bile bizi fersah fersah geçmiş, bir sanayi ve ticaret devi haline gelmiştir. Bizim büyük zenginlerimiz ayran, yoğurt, dondurma, gazoz, salça, ev eşyası sanayii ile iç piyasayı tokatlamaya çalışırken Güney Kore’nin büyük iş adamları birçok ülkelerde otomobil fabrikaları kuruyor, yüksek teknoloji ürünü mamul mallarını en ileri ülkelerde bile gururla satıyor.

Türkiye ekmeklik buğdayını, etini, balığını, pirincini, nohut ve fasulyasını bile dışarıdan ithal etmek zorunda bırakılmıştır. Hâin bir azınlık ülkeyi bir sömürge durumuna düşürmüştür.

Emek, üretim, sanayi, ihracat, başka ülkelerle rekabet ve yarışma terkedilmiş; onların yerine faiz, rant, repo, avanta, spekülasyon, devlet ve belediye bütçelerini hortumlama, arazi ve yapı dalavereleri ön plana çıkartılmıştır. O hale gelmişizdir ki, Hollanda ve İtalya’dan saksı içinde çiçek ve fidan ithal etmekteyiz.

Türkiye’nin başına cumhurbaşkanı sıfatıyla geçecek zatın bütün bu dertlere çare ve çözüm bulmak için var gücüyle çalışması gerekir. “Bunlara çare ve çözüm bulmak benim işim değil. Anayasamız devlet başkanının yapacağı işleri belirtmiştir. Ben Çankaya Köşkü’nde oturur, keyfime bakarım” zihniyetine sahip bir kimse bu millete, bu memlekete, bu devlete dolaylı şekilde büyük zarar vermiş olur.

İsviçre gibi oturmuş, huzurlu, dengeli, istikrarlı ülkelerdeki cumhurbaşkanı ile bizdeki cumhurbaşkanı bir tutulmamalıdır. Bizim şu anda, tarihteki eski büyük devlet başkanlarımız gibi güçlü, çok vasıflı, üstün, müstesna bir kimseye ihtiyacımız büyüktür. Fatih gibi, Yavuz gibi, Kanunî gibi, Dördüncü Murat gibi, İkinci Abdülhamid gibi…

Süleyman bey kırk yıla yakın başbakan, muhalefet lideri, cumhurbaşkanı olarak siyaset sahnesinde baş rolü oynamıştır. Kaç kere iktidardan anti-demokratik şekilde uzaklaştırılmış, yine başa geçmiştir. Şimdi onun yerine geçecek kimse böylesine cambazlık yapabilecek, iyi veya kötü bir denge kurabilecek midir?

Siyaset ve devlet idaresi konusunda herkes kendi kafasına göre konuşup duruyor. Yoğurtçu, yorgancı, yumurtacı, yufkacı, bakkal, balıkçı, kayıkçı, işportacı herkes ahkâm kesiyor.

Siyasî kültüre sahip olmayan birtakım okumuşlar da onlardan aşağı kalmıyor. Doktor, sismolog, veteriner, ziraat mühendisi, tekstil uzmanı, işletmeci… onlar da konuşuyor. Medya tam bir cadı kazanıdır. Günde binlerce köşeyazısı, yorum, kasıtlı haber yayınlanıyor. Bunca keşmekeş ve hengâme içinde büyük siyaset uzmanlarının, güçlü strateji otoritelerinin görüşleri yoktur. Halbuki toplumu onların aydınlatması gerekir.

Türkiye nereye gidiyor? Ülkemizin, devletimizin önünde kaç muhtemel senaryo vardır? Devletimiz resmî ideoloji sisteminden, hukukun üstünlüğü sistemine nasıl geçebilir? Millî ve toplumsal bir uzlaşma, bir anlaşma için ne gibi teşebbüsler yapılabilir? Bu konularda yazı yazan, görüş beyan eden uzmanlarımız yok denecek kadar azdır.

Türkiye Pax Judaica havzası içine sokulmuştur. İsrail ile yakınlığımız ve bağlarımız gün geçtikçe güçlendirilmektedir. Yahudi devletinde çok yüksek bir kültür seviyesi vardır. Onlar istihbarat ve strateji konusunda dünya birincisidir. Türkçe bilen, Türkiye’yi yakından inceleyen, Türkiye’nin meseleleri konusunda uzman olan binlerce vasıflı elemana sahiptirler. Bizde ise doğru dürüst İbranice bilen vasıflı, güçlü, üstün bir tek uzman ve eleman yoktur. Türk-Yahudi işbirliğinin yararı hangi tarafa olmaktadır?

2000 yılına girdik, bizde hâlâ tabu konular var, anti-demokratik yasaklar var. Atatürk hem tasavvuf tekkelerini, hem farmason localarını kapatmıştı. Onun ölümünden sonra localar tekrar açıldı, fakat tekkeler hâlâ kapalı tutuluyor. Bu ülkede hukuk, demokrasi, insan hakları olsa tasavvuf tekkeleri kapalı tutulabilir mi?

Ülkemizde Ermenice, Rumca, İbranice, Rusça, Japonca, Çince gazete ve kitap çıkartmak serbesttir. Sadece Osmanlıca yayın yapamazsınız.

Merhum Özal’ın ömrü vefa etseydi bizdeki din-rejim kavgasını da halledecek, devlet ile milleti barıştıracaktı. Bu konuda uzmanlara raporlar hazırlatmıştı. Yazık ki, bunu başaramadan öldü.

Dünyada hiçbir siyasî rejim, dine ve millî kimliğe baskı yaparak, kendi halkını sindirerek pâyidar olamaz.

Dileriz, yeni cumhurbaşkanı bu meseleler üzerine eğilir ve ülkenin yolunu açar. 13 Nisan 2000