Cuma

İtikadda bozulmaların başlaması, yeni yeni fırkalar çıkması 60’lı yılların sonuna doğru başladı. Bunların bazısını kısaca sıralamak isterim:

(1) Telfik-i mezahib yâni fıkıh mezheblerinin hükümlerini karışık şekilde uygulama. Bu, mâsumâne bir istek gibi görünüyordu ama açılan kapıdan çok şeytanlar girdi. Bugünkü bozuk fırkalar hep bu telfik-i mezâhib kapısından girmişlerdir. Bu cereyan Reşid Rıza’nın açtığı bir çığırdır. Reşid Rıza mason Abduh’un, Abduh da taqiyye yaparak kendini sünnî gibi gösteren mason Afganî’nin talebesidir.

(2) Cemalüddin Afganî’yi bir kurtarıcı gibi gösteren, Müslümanların ancak bu zatın peşinden giderek selâmet ve necat bulacaklarını iddia eden fırka.

(3) Meâlciler. Bunlar, ellerine Türkçe bir Kur’ân meâli alırlar ve bundan kendi kafalarına, heva ve heveslerine göre hüküm çıkartır, ehliyetleri olmadığı halde yorum yaparlar.

(4) Sünneti, hadîsleri inkâr edenler. Bunlar, “İslâm’ın bir tek kaynağı vardır, o da Kur’ân’dır” derler. Kitabullah’ı da kendi kafalarına göre açıklayıp yorumlarlar. “Men fessere’l-Kur’âne bi re’yihi fekad kefer – Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsir ederse o kâfirdir” tehdidi içine girmiş olurlar.

(5) İbn Teymiye’nin, Muhammed ibn Abdülvehhab’ın ve Necdilerin mezhebine bağlananlar. Bunlar tevhid dairesini daraltırlar, Müslümanların çoğunu müşrik ve kâfir ilân ederler.

(6) Teşeyyu edenler, yâni şiileşenler. İran’da şiî İslâm cumhuriyeti kurulduktan sonra bazı heyecanlı gençler caferî mezhebini kabul etmişler, kendileri gibi düşünen kız ve kadınlarla geçici mut’a nikahı yaparak ehl-i sünnetin kabul etmediği gayr-i meşru ilişkilere girmişlerdir.

(7) İslâm dinini Şeriatsız ve fıkıhsız bir hümanizma haline getimek isteyenler. Rejim bunları desteklemektedir.

(8) İslâm’ı beşerî bir ideoloji haline dönüştürmek isteyenler. Bunlar ibadetleri ikinci plana atmış ve bir takım ütopyalar peşinde koşup durmuştur.

(9) Neo Hariciler. Bu taife kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları düşman ilan etmiş ve ellerine fırsat geçince onların bazısını öldürmekten bile çekinmemiştir.

(10) Kendi cemaat, tarikat ve gruplarını din ile özdeşleştiren, farklı Müslümanlarla ilişki kurmayan, onlarla birlikte namaz kılmayan aşırılar.

Son otuz, kırk yıl içinde çıkan dinî fırkalar yukarıda saydıklarımdan ibaret değildir. Daha onlarca fırka ve hizip zuhur etmiştir.

Devlet tasavvuf tarikatlarını yasaklamış olduğu için, bu sahada da büyük bozulmalar olmuş, ortaya bir sürü sahte şeyh ve mürşid çıkmıştır. Şeriat’a uygun olan, ehl-i sünnet yolundan giden tarikatlara ve şeyhlere birşey dediğim yoktur. Onları destekliyorum.

Bozulmalardan maalesef Diyanet Başkanlığı da payını almıştır. Diyanet’in kontrolunda olan Diyanet Vakfı kitabevlerinde “Allah gerçek bir Janus’tur” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ı -hâşâ- bir Roma putuna teşbih eden (benzeten) İranlı yazar Ali Şeriatî’nin ve “İlmihal Müslümanlığı bozuktur, doğru ve gerçek İslâm benim anlattığım Kur’ân Müslümanlığıdır” diyen İlâhiyatçının kitaplarını satan Diyanet Vakfı, Cemalüddin Afganî’yi tenkit eden kitapları kabul etmemektedir.

70’li yılların sonuna kadar, Osmanlı İmparatorluğu zamanından kalma icazetli ehl-i sünnet uleması ve meşâyihi mevcuttu. Bunlar halkı ve gençliği uyarıyordu. Sonra birer birer ölüp gittiler, yerleri dolmadı. Halk ve gençlik başıboş kaldı. Bilhassa itikad bakımından sapıklıklar başladı. Esnaf, doktor, mühendis, iktisatçı birtakım sahte mürşidler zuhur etti. Bunlardan biri peygamberliğini ilân etti, etrafına bir sürü ahmak toplandı. Sahte mehdiler, sahte nebiler, sahte şeyhler, sahte mürşidler halkı kaz gibi yolmaya başladılar. Diyanet İşleri Başkanlığı bunlarla mücadele etmedi.

Rejim Müslümanların paramparça olmasını, Ümmet-i Muhammed’in yüzlerce fırkaya ve hizbe ayrılıp birbirleriyle mücadele etmesini istiyordu. İslâmî kesimin içinde it sürüsü gibi casus, ajan, provokatör (kışkırtıcı) cirit atıyordu. Hattâ PKK’ya rakip olması için Hizbullah teşkilâtı bile desteklenmişti.

İslâmî kesimde beşyüz kadar yayınevi kurulmuştu. Bir Arap ülkesinden, İran’dan maddî yardım görenler, onların istekleri doğrultusunda kitap çıkartanlar olduğu söyleniyordu.

Para kazanmak hırsıyla çıkartılan nice İslâm kitabında itikada aykırı vahim yanlışlar vardı. Allah’ın gökte oturduğunu, eli, yüzü, ayağı olduğunu iddia eden kitaplar yayınlanmıştı. Mısırlı bir yazarın bir kitabının tercümesinin ilk baskısında “Namazların ve duaların tembellik çağlarının ürünü olduğu” iddia ediliyordu. Yapılan tenkitler karşısında daha sonraki baskılarda bu ibare, “Zikirler ve salavatlar, tembellik çağlarının ürünüdür” şekline sokulmuştu. Namazlara, dualara, zikirlere, salâvatlara tembellik çağlarının ürünü demek, diyeni küfre kadar götürecek bir sapıklık değil miydi?

Pakistanlı bir yazar, üç yayınevi tarafından ayrı tercümeleri yayınlanan bir kitabında Müslümanların üçüncü hicrî asırdan sonra, dört temel Kur’ânî terim (Rab, ilah, din, ibadet) konusunda sapıttıklarını iddia ediyordu. Bu kitapları okuyan gençlerin kafaları allak bullak olmuştu.

Bütün bu fırkalar, hizipler, bozukluklar karşısında ehl-i sünnet geçinen bazı din baronları ve cemaatleri dehşet verici bir tepkisizlik içindeydiler. Bazıları bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyordu.

Büyük bir cemaatin başındaki hocaefendi Peygamberi, Sünnetini, hadîs-i şerifleri hafife alan ilâhiyatçıya ödül vermişti.

Bir yandan da birtakım eski bozuk fırkalar sinsice çalışıyorlardı. Şeyh, mürşid, rehber kılıklı birtakım adamlar ne abdest alıyor, ne namaz kılıyorlardı. Sorulduğunda “Bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır. Biz yakîn mertebesine vâsıl olduk, âyette “Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et” buyuruluyor. Artık bize ibadet gerekmez” şeklinde konuşmalar yapıyorlardı. Bu adamlar âyetteki yakîn’in ölüm mânâsına geldiğini, insanların en üstünü ve yükseği olan Resulullah Efendimiz’in ölünceye kadar abdest alıp namaz kıldığını bilmiyorlar mıydı? Yoksa bu kişiler kendilerini Peygamber’den de mi üstün sanıyorlardı?

Din konusunda bu fırkalar zuhur ederken, ülke korkunç bir kokuşma tufanı içine düşüyor ve para tek değer haline geliyordu. Zekâ seviyesi yetersiz, ilim ve irfan mahrumu birtakım adamlar din hizmeti denilince betonarme cami binalarından, hoparlörlerden, ibadethanelere konulan ışıldak, fırıldak ve zırıldaklardan başka bir şey düşünmüyorlardı. Birtakım sapık tarikatçılar “Bizim şeyhimiz her şeyi bilir” diyerek cahilliklerini ilân ediyordu.

Ülkede hür ve müstakil dinî bir otorite kalmamıştı. Üniter bir İslâmî hiyerarşi yoktu. “Biz sadece kendi hizmetlerimize bakarız, başka fitne ve fesatlara karışmayız” zihniyeti hakim olmuştu. Birtakım din baronları ve cemaatleri dünya yıkılsa ilgilenmiyorlar, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmıyorlardı.

İşte bütün bunların sonucu olarak şimdi korkunç bir çamur deryası içinde bulunuyoruz. Nasıl kurtulacağız? 22 Ocak 2000