SalıAkşam oldu, karanlık bastı, işyerleri, atölyeler boşalmaya başladı. Fakirler, sürünenler, ezilenler, ayda 250 dolara geçinmeye çalışanlar otobüs ve minibüs duraklarında uzun kuyruklar oluşturdular. Suratlar asık; dert, çile, sıkıntı yüzlerde maskeleşmiş. Kazandıkları para yetişmiyor. Bunca nüfusu doyurmak kolay değil. Okula giden çocuklar var, hastalar, yaşlılar bakım istiyor. Her şey ateş pahası. Ne yapacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Böyleleri yine de hallerine şükr etsinler, ülkede yirmi milyon işsiz olduğu söyleniyor. Onlar hiçbir şey kazanmıyor. Nasıl yiyip içiyorlar, nasıl geçiniyorlar? Allah rızıklarını veriyor ama durumları parlak değil. Kimsesi olmayan sersefil ihtiyarlar, dul kadınlar, yetim çocuklar… Onlar ayrı bir fecaat.

Sıkıntı çekmeyen, iyi kazanan orta bir zümre de var. Onların ısınma, yeme içme, giyim kuşam konusunda dertleri, problemleri yok. Güzel evlerde oturuyorlar, lüks otomobilleri var. Meselesiz değiller. Fazla yemekten, bol gıda almaktan şişmanlıyorlar. Zayıflamak için özel kliniklere para ödeyenler bile mevcut.

Bir de çok lüks, çok israflı, çok tantanalı hayat süren ültralar var. Onlar da sıkıntısız değil.

– Bu akşam nereye gitsek. Yeni açılan İtalyan restoranına birkaç gün önceden randevu alarak gitmek gerekiyormuş…

– Boğaz’ın filan semtinde çok cici bir Fransız lokantası açılmış. Şarap dahil kişi başına sadece 50 milyoncuk ödeniyormuş, oraya mı gitsek?

– Çocuklar! En iyisi Rus lokantasına gidelim, kremalı bir borç çorbası içer, üzerine kotlet pane ve saire alırız…

Zavallılar yılan gibi kıvranıyorlar, nereye gideceklerine bir türlü karar veremiyorlar. Bey İtalya’dan giyiniyor. Bir kostüm binlerce dolar, ayakkabı 300 dolar; gömlek, pardösü her biri bir servet. Hanımı daha pahalı giyinir. En nefret ettiği şey, bir yerde kendi elbiselerine benzeyen giysili bir kadınla karşılaşmaktır.

Karı koca, iki çocuk bir yere giderler ve iki yüz milyon liracık öderler bir akşam yemeği için. Pek memnun da kalmazlar. Ertesi günü laf arasında “Dün ‘Le Mistral du Bosphore’daydık, deniz mahsulleri iyi değildi…” Şamram’ı gördüm, o ne rüküş kıyafetti…

Eminim ki, böyle yerlerde güleryüzlü garsonlar bazı müşterilere dilleriyle “Hoş geldiniz hanımefendi, Safalar getirdiniz beyefendi” derken içlerinden “Magandalar!” diyorlardır.

Dindar kesimin magandaları içkili yerlere gitmezler, onlar “Le Moulin de mon Pere”, “1 Arlésienne” gibi gâvur lokantalarını pek sevmez. Alaturka yerlere giderler. Meselâ yoğurtlu İskender kebabı ısmarlarken garson sorar “Bir mi, bir buçuk mu olsun?”. Aptalca ve mânidar bir bakışla “İki olsun iki…” demeleri yok mudur, ömürdür doğrusu. Yemekten önce mezeye benzer bir sürü ıvır zıvır yerler. Sonra kebaplar, bol tereyağlı ağır yemekler ve üzerine kaymaklı tatlı. Bunları bastırmak için Türk kahvesi yudumlar ve bir iki bardak da çayı midelerine indirirler. Bunca şeyi o mideler nasıl alır bir türlü anlamam. Mide mi, harar mı? Fesubhanallah!

Alaturka kesimin lüks arabaları genellikle Mercedes’tir. Onlar Jaguar’dan falan anlamazlar. Koleje giden çocuklarının ileride belki Jaguar’ları olacaktır.

Varlıklı, götüren, zengin, türedi kesimin yeme içme işi bâtıl bir din halini almıştır. Lokantalar, restoranlar mâbetleridir. Şef garsonlar, garsonlar, ahçıbaşıları da bu dinin rühban sınıfıdır.

Milyonlarca sıkıntı çeken, yarı aç yarı tok yaşayan kitlelerin gıdasızlıktan dolayı hastalıkları vardır ama zengin ve obur tabakanın çok yemekten meydana gelen hastalıkları onlarınkinden daha fazladır. Onların yediklerine ne mide dayanır, ne karaciğer, ne safrakesesi, ne kalp, ne damarlar. Sindirim sistemleri değirmen gibidir. Dindar olmayan ehl-i dünya üstelik alkol alır, o da ayrı darbe vurur sıhhatlerine.

Peki bu zengin adamlar paralarıyla niçin sanata, kültüre, kaliteye yönelik tüketim yapmazlar? Onlar para, mal, kazanç konularında ne kadar zengin ve varlıklı iseler; kültür, sanat, irfan, kalite bakımından o derecede fakir, sefil ve yoksuldurlar.

Türkiye’de zengin olup da sanat eseri, antika, tabiî boyalı halı ve kilim alan kaç kişi vardır? Birkaç bin kişi desek, bu rakam 65 milyonluk Türkiye için yeterli midir?

İznik Eğitim ve Öğretim Vakfı nefis çini eşya, panolar üretmeye başladı. Gerçekten 16’ncı asırdaki İznik çinilerinin kalitesini yakaladılar. Kaç Türk zengini o çinilerle ilgileniyor? Yabancılar bayılıyor; bizim sonradan görmüşlerin, kerestelerin heyecan, ilgi, merak duydukları yok.

İslâmî kesimin zenginlerinin, para babalarının durumu genellikle yürekler acısıdır. Bir milyon dolara bir ev alır, kendi kafasına göre dayar döşer ve bir de bakarsınız ki, kabak gibi bir döşeme olmuş. Hem Türkiyeli bir zengin olacak, hem de bir milyon dolarlık evine makina halısı serecek. Ben böyle adama adam demem. Sadece el dokuması halı bile serilmez öyle eve. Mutlaka bitkilerden, madenlerden, deniz hayvanlarından, böceklerden çıkartılmış tabiî boyalarla boyanmış, el ile eğrilmiş yünden olacaktır öyle bir evin yaygıları.

Parası var ama aklı ve kültürü yok. Olabilir. Bilenlere sorsun, uzmanlarla görüşsün ve evini öyle dekore ettirsin.

Dikkat ediyor musunuz, yeni zenginlerin evlerinin salonlarında kütüphane dolapları yok. Kitapsız bir ev, milyonlarca dolarlık maddî kıymete sahip olsa da acınacak bir fakirliği sergiler.

Kıymetli ağaçtan yapılmış, sanatlı, zarif, camekânlı veya açık bir kitap dolabı olması; bunun içinde maroken ciltli, altın yaldızlı, nadide, antika, güzel, kıymetli eserler bulunması şarttır vasıflı ve kültürlü bir zenginin evinde. Kitaplarını göreyim, senin ne mal olduğunu söylerim. Kitabın hiç yoksa, sen bir hiçsin.

Herif Müslüman bir zengin, su gibi para harcıyor, mala mülke doymuyor ve sanata, kültüre, kaliteye yönelik hiçbir harcaması, yatırımı yok. Bu adam ümmet içinde bir yüktür. Nereden türedi bunlar?

Velhasıl en bayağı cinsinden bir hedonist felsefe ülkeye hakim oldu. Yazık bu memlekete. Zenginleri kalitesiz olan bir ülkenin geleceğine ağlamak lazım. 07 Şubat 2001