Pazartesi

 

Birtakım Müslümanların yoldan çıkmaları, sapmaları, dökülmeleri günümüze ait bir hadise değildir. 1400 yıllık İslâm tarihinin herdevrinde olagelmiştir.

İslâm dünyasında bir dine dönüş, yeniden İslâmlaşma hareketi ve cereyanı olduğu gibi; bir dinden çıkış, irtidat, sapıtma cereyanı da vardır. Hindistanlı büyük âlim merhum Ebu’l-Hasen Nedvî çağımızdaki dinden çıkış cereyanını “Ebûbekir’i Olmayan İrtidat” şeklinde vasıflandırmış, bu ismi taşıyan küçük bir kitap yazmıştır.

Bu yazımda İslâmî hizmet ve faaliyetlerde ön sıralarda bulunup da, daha sonra yoldan çıkanlar, sapıtanlar, dökülenlerden bahsetmek istiyorum. Tabiatıyla isim vermeyeceğim.

Hizmet, dâvet, cihad yolundan ayrılanlar, dökülenler iki kısma ayrılır:

1. Bir kısmı hizmeti, faaliyeti terketmiştir ama dinden çıkmamıştır. Onlar mü’min ve müslim sıfatını muhafaza etmiştir.

2. Bir kısmı ise hem hizmeti, dâveti terk etmiş, hem de dinden ve imandan sıyrılmıştır.

Peki, başlangıçta din yolunda hizmet eden birtakım kimseler daha sonra niçin yoldan çıkmış, dökülüp sapıtmıştır?

Birinci sebep nefs-i emmârelerine mağlub olmalarıdır. Nefs, Kur’ân-ı azimüşşan’da kötülenmekte, “Hiç şüphe yok ki, nefs kötülük ve fenalıkla çok emredicidir” meâlinde buyurulmaktadır. Nefsini dizginleyemeyen, emmâre alt-derecesinden yukarıya çıkamayan kişi dâvetçi olamaz, mücâhid olamaz. O dâvetçi taslağı, sahte mücâhid, sefil bir nefs kölesidir.

İkinci sebep dünya mallarına, servetlerine, zenginliklerine düşkünlüktür. Hem İslâm’a hizmet edecek, cihad ve dâvet yapacak, hem de zengin olacak… Böyle bir şey mümkün değildir. Bu iki karpuz bir koltuğa sığmaz. Böyle bir niyet ve emel münafıklıktır, hem de katmerli münafıklık…

Üçüncü sebep hubb-i riyaset (başkanlık sevdası), yüksek makam ve mevkilere çıkma ihtirasıdır. Bunlar da ihlasla, cihadla, davet ve hizmet ile kâbil-i te’lif değildir Hubb-i riyaset beşerî ihtiras ve şehvetlerin en korkuncu, en azgını, en tahripkârıdır. Gerçek ve samimi hizmet erbabının bu gibi süflî ve şeytanî ihtiras ve şehvetlerden uzak bulunmaları gerekir.

İhlaslı, temiz niyetli, Allah’a dönük hizmetkâr ve dâvetçi için rütbenin önemi yoktur. O, zaruret ve kesin lüzum olmadıkça asla başkanlık ve yüksek rütbe istemez, teklif edilse de kabul etmez.

Hubb-i riyaset köleleri hizmet ve davet meydanında rakipleriyle köpekler gibi hırlaşır ve dalaşırlar. Onlar Allah’a yönelik değil; makama, mevkiye, rütbeye ve menfaate yöneliktir.

Türkiye’de 1970’li, 80’li yıllarda bir takım hızlı, radikal İslâmcılar vardı. Kendi meşreblerinden olmayanları küfürle suçluyorlar, lafa geldi mi mangalda kül bırakmıyorlar, esiyorlar tozuyorlar, verip veriştiriyorlardı. Sonra aradan bir çeyrek asır geçti ve baktık ki o taife ortadan kaybolmuş. Yoldan çıkmışlar, dökülmüşler, sapıtmışlar. Kimisi namazı, hattâ haftada bir gün cuma namazını bile terk etmiş. Bazısı, İslâm Şeriatının yasakladığı, haram kıldığı bin türlü günahı ve çirkin işi serbestçe işliyor. Bunların çoğu zengin olmuştur, semirmiştir, biriktirdikleri şaibeli servetleri yemektedir. Yoldan çıkanların, sapıtanların, dökülenlerin bir kısmı İslâm davasını ve Muhammed Ümmetini satmıştır. Onlar din haini, Şeriat hainidir.

Müslüman halk yığınları ve gençlik saftır, kolay inanmakta ve bağlanmaktadır. Müslümanlar akılla, hikmetle, şer’î prensiplere riayet ederek, Kur’ân ve Sünnet’teki hüküm ve tavsiyeleri göz önünde tutarak adam seçseler tuzaklara ve çukurlara düşmeyecekler ama yazık ki, böyle hareket edilmiyor.

İslâm devletinin çöküşünden, Hilafet’in yıkılışından sonra Müslümanları çekip çeviren, onlara ışık tutan, yol gösteren müesseseler de kalmadı. İslâm dünyasında bir takım arivist, şarlatan, soytarı, hokkabaz, şubedebaz, münafık, fasık, karpuz gibi dışı yeşil içi kıpkızıl herifler ve zümreler türedi. Maalesef bir kısım Müslümanlar da yükselmek ve kurtulmak için bunların peşine takıldı.

İslâmî cihad, dâvet, hizmet ve faaliyetlerde mutlaka dikkat ve riâyet edilmesi gereken esaslar vardır.

Birincisi: Kitabullah’a, Şeriata uygun olmak.

İkincisi: Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek ve kurtarıcı Sünnet’ine uygun olmak.

Üçüncüsü: İslâm ahlâkının hüküm ve ilkelerine uymak.

Dördüncüsü: Her asırda yaşamış, örnek olmuş Sâlih Seleflerin metoduna uygun olmak.

Beşincisi: İlme, irfana, fıkha, hikmete uygun olmak.

Bu beş temele dayanmadan, onlara riayet edilmeden yapılan davet, hizmet, cihad ve faaliyet sonunda dejenere olmaya, bozulmaya mahkumdur.

Bizim ülkemizdeki İslâmî geleneğin ve varoluşun iki boyutu, iki kanadı vardır: Birincisi ve esas olanı Şeriat’tır, ikincisi, Şeriat’a uygun olmak şartıyla Tasavvuf ve tarikattır. Osmanlı bu iki kanatla uçmuş, bu ikisine olan bağlılığı ve riayeti gevşeyince de çökmüş ve batmıştır.

Bugün ülkemizde gerek Şeriat, gerekse tasavvuf ve tarikat boyutlarında yoldan çıkan, sapıtan, dökülen birtakım sahte İslâmcılar bulunmaktadır. Bunlar reformcular, yenilikçiler, Fazlurrahmancılar, telfik-i mezahibçiler, Afganîciler, dinin temelini sadece Kitab’a indirip, diğer üç kaynağı (Sünnet, İcma, Kıyas) inkar edenler, Şeriatsız ve fıkıhsız uydurma bir din türetmek isteyenler, gerçek İslâm olan ilmihal Müslümanlığını tahkir ve tezyif edenler, sapık ve mürted Reşad Halife’ciler, Dr. Moon dini ile İslâm’ı bir koltukta götürmeye kalkışanlardır…

Müslümanların artık uyanmaları gerekiyor. Bu ülkede son otuz otuzbeş yıl içinde din ticareti, mukaddesat bezirgânlığı, İslâm sömürüsü ile milyarlarca dolar devşirilmiştir. Bu sömürücüler, bu bezirganlar Yüce İslâm dinine ve Muhammed Ümmetine en azılı kafirlerden daha fazla zarar vermişlerdir.

İslâmî kurtuluşun, yücelişin önündeki en büyük engel bu yoldan çıkanlar, sapıtanlar, dökülenler, sömürücüler, Müslüman arivistlerdir.

Dünya isteyen, para ve servet isteyen lüks ve konfor isteyen, riyaset ve makam isteyen, halkın tahsin, aferin ve övgülerini isteyen kimseler Muhammedî ahlâktan nasip alamamış düşük ve rezil kimselerdir. Onlardan bu dine ve bu ümmet’e fayda gelmez.

Müslümanlar! Artık saflığı, aptallığı, cahilliği bırakınız ve ihlaslı, samimî, hakikî, vasıflı davetçilerin, mücahidlerin, hizmetkârların peşlerinden gidiniz. 06 Mayıs 2003