Çarşamba

 

İnsanların mesleklerinde, kariyerlerinde başarıyla yükselebilecekleri limitler, sınırlar vardır. Oraya kadar iyi gider, onun ilerisine geçerlerse iflas, fiyasko, çöküş olur. “Peter Prensibi” adındaki kitap bu konuyu inceler. Henüz okumadıysanız mütalaa buyurmanızı tavsiye ederim.

Adam bir müesseseye genç bir katip olarak girer, katiplik yahut sekreterlik işini başarıyla yürütür, amirlerinin gözüne girer. Kısa zamanda şef olur; birkaç sene sonra daire müdürü yapılır. Başarıdan başarıya koşmaktadır. Nihayet yıllar sonra genel müdür olur. Genel müdürlük onun başarı sınırının ötesindedir. Çuvallar, yanlış işler yapar. Önceki bütün başarılarına gölge düşürür, hattâ başında bulunduğu müesseseyi iflas bile ettirebilir. Akıllı, hikmetli, vicdanlı, basiretli insanlar kapasitelerinin sınırlarını bilirler ve onun ötesine geçmekten kaçınırlar.

Politikada da böyledir. Başarılı politikacıların, başarılarının sınırı vardır. Onu aştıktan sonra, başarısızlığa uğramaları kaçınılmazdır. Hitler başarılı bir devlet adamıydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’na sebebiyet verecek çıkışlar yaparak önceki başarılarını berbat etmiştir. Almanya dünya savaşına girmemiş olsaydı, belki de bugün bütün insanlık alemi Alman hegemonyası altında olacaktı.

Franco çok akıllı bir otokrattı. İkinci Dünya Savaşı’na ülkesini sokmamak akıllılığını gösterdi. Almanya’nın safında savaşa girmiş olsaydı, onun da akıbeti 1945’te ya intihar etmek, yahut kızıl partizanlar tarafından kurşuna dizildikten sonra bacaklarından asılmak olacaktı. Franco sınırı aşmadı, saltanatını ölünceye kadar sürdürdü. O kadar akıllıydı ki, ölümünden sonra kurduğu rejimin İspanya’da devam edemeyeceğini anladı ve devlet başkanı olarak yerine geçmesi için Kraliyet hanedanından bir prensi yetiştirdi. Ölümünden sonra İspanya diktatörlük rejiminden çoğulcu demokrasiye, tereyağdan kıl çekercesine rahatça, kolayca, kan dökülmeden, ıstırap çekilmeden geçti.

Bizdeki İkinci Meşrutiyet kahramanlarından Enver Paşa, kapasitesinin sınırlarını bilmeyen bir kimseydi. İmparatorluğu yanlış safta savaşa soktu; Sarıkamış’ta yüz bine yakın askerimizi soğuktan öldürdü, altı yüz yıllık bir imparatorluğun yıkılmasına sebep oldu. Sonra bir Alman denizaltısına binerek Rusya’ya kaçtı. Mert insanmış, nice maceralardan sonra Türkistan’da Bolşeviklerle savaşırken şehit düştü. Allah rahmet eylesin.

Eskiler “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” demişler. Herkes hem noksanlarını bilmeli, hem de yükselme sınırlarını… Birkaç yüz tonluk küçük bir geminin başarılı kaptanı, yirmi-otuz bin tonluk büyük bir gemiyi aynı başarıyla sevk ve idare edemez.

Küçük çaplı bir marketi parlak şekilde çalıştıran bir işletmeci, bir hipermarketin başına geçirilirse bu ikinci müesseseyi duman edebilir. Kariyerlerinde limitleri olmayan kimseler Peygamberlerdir.

Cenab Şehabettin “Yüksek tepelerde hem kartala, hem yılana rastlanır. Biri uçarak diğeri sürünerek yükselmiştir” diyor. Yüksek makamlara sürünerek çıkanlar sonunda başarısızlığa, rezilliğe, bazen feci şekilde tepetaklak olmaya mahkumdur.

İslâm dininin prensiplerinden biri şudur: Bir kimsenin riyasete (başkanlığa) talip olması haramdır. Kendisi bizzat talip olmadı, matlup oldu. Yani başkaları onun başkan olmasını istediler. Şayet bu başkanlığa ehil değilse, onu kabul etmesi ve yüklenmesi yine haramdır.

İslâm dünya işlerini İlahî vahyin ve evrensel hikmetin ışığında ve rehberliğinde yürütür. İdeal olan budur. Lakin uygulamada vahye de, hikmete de aykırı nice yamukluk ve fodulluk görülmektedir. Zaten Müslümanlar vahye ve hikmete sırt çevirmiş olmasalardı bugünkü zelil ve rezil vaziyete düşerler miydi?

Büyük bir veli “Başkan olma hırsı cinsel şehvetten üç yüz altmış derece şiddetlidir” buyurmuştur. Bunu bir an bile olsa hatırımızdan çıkartmayalım.

İslâmî değerleri unutan ve yitiren bir Müslüman toplumda, o değerlerin yerini sahte değerler alır. Para ve maddi menfaat, din-iman haline gelir; yularlarını şeytanın eline vermiş olan ham kişiler azgın nefs-i emmarelerinin bütün kötü isteklerini yerine getirmeye çalışır. İdeal İslâm toplumunda Müslümanlar birbirinin meleğidir. Değerlerini yitirmiş, bütün çivileri yerlerinden oynamış, bozuk İslâm toplumlarında insanlar birbirinin kurdudur.

İslâm dünyasında cemaatler, tarikatlar, taifeler, zümreler, gruplar, fırkalar, hizibler var. Bunların şiddetli asabiyetleri var. Lakin ne yazık ki, ümmet şuuru yok. Ümmetin başında bir İmam-ı Kebir veya Emir-ü’l-Müslimîn yok. Hizib asabiyetlerinin olabildiğince azgın ve şiddetli olduğu, ümmet şuurunun ise vicdan ve gönüllerde yer tutmadığı bir İslâm dünyası hasta, çok hasta demektir.

Başkansız bir İslâm dünyasında maceraperestlere, arivistlere, muhterislere gün doğar. Paramparça olmuş alem-i İslâm’ın her ülkesinde büyük türediler, orta türediler, küçük türediler peydahlanır. Dünya işleri fesada uğrar; ümmet içinde nifak, şikak zuhur eder, günah ve isyan yaygınlaşır. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmaz olur. Dinin temelini teşkil eden nasihat, faaliyet ve hizmetleri dumura uğrar. Bir nevî tufan olur, kıyamet kopar.

İslâm dünyası fitne ve fesat yangınları içindeymiş, genç Müslüman nesiller karanlık ve yağmurlu bir gecede azgın kurtların hücumuna uğramış çobansız bir koyun sürüsü durumuna düşmüş, din ve iman elden gitmiş, emirler yasaklanmış, yasaklar emredilmiş, aka kara, karaya ak denir olmuş, dünyanın çivisi çıkmış, her şey alt üst olmuş… Sahte dindarların, yalancı dervişlerin, hokkabaz İslâmcıların umurunda mıdır hiç? Onlar küçük dünyalarında keyiflerine bakarlar.

Büyük fırtınalara yakalanmış gemileri selamet limanına ulaştırmak için, büyük kaptanlar lazımdır. Bugünkü İslâm dünyası Selahaddin Eyyubî, Emîr Abdülkadir, İmam Şamil gibi büyük insanlara, büyük kahramanlara muhtaçtır.

Böyle kişilerin üç boyutu vardır: Zahir ilimlerinde icazetli alimdirler, tasavvufî boyutları vardır, ya kâmil mürşiddirler, yahut sadık ve salih derviştirler. Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yolunda ve izinde müminlere bihakkın reislik ederler. Onların gönüllerinde zerre kadar riyaset şehveti, hubbu, hırsı yoktur. Bizzarure, bilmecburiye başkanlığı kabul etmişlerdir. 19 Şubat 2004