Akşam namazından sonra otomobile binmeli ve şehirdeki yüzlerce Müslüman kulübünden, cafésinden, bahçesinden, lokalinden birine gitmeliyiz. Bunların bazısı deniz kenarında, bazısı bahçelik bir yerde, kimisi eski ahşap bir evde olmalı. Meselâ bir sade kahve istediniz. On dakika sonra (Türk kahvesi sekiz dakikada hazırlanır, daha çabuk hazırlananlar doğru dürüst olmaz) terbiyeli bir garson masanıza bir tepsi koymalı. Tepside bakır cezve içinde bol köpüklü kahve, bir fincan küçük bir tabak içinde üç lokum, biri sakızlı, biri güllü, biri naneli, bir de şu sıcaklarda dışı nemlenmiş buz gibi Hamidiye suyu, bardağı. Garson dikkatle kahvenizi fincana dökmeli ve siz kokusu, lezzeti, sunuluşu harika olan kahvenizi yudumladıkça sükûnet bulmalısınız. Kuzum, şu koskoca İstanbul’da böyle bir kahve içecek nezih bir Müslüman cafési veya lokali var mıdır? Laik ve çağdaş kesimin açtığı cafélerden bazılarını medh ediyorlar. Oralara gidemiyorum. Çünkü içki veriyorlar. Fiyatları da pek fâhişmiş. İstanbul’da yüzlerce olması gereken Müslüman café veya lokallerde nezih, kibar, kültürlü, efendi, görgülü, olgun kişilere rastlamalı, bazıları eskiden tanıdık olmalı, bazıları ile orada tanışmalısınız. Bağırıp çağırmadan güzel güzel sohbet edilmeli, edebiyattan, fikir cereyanlarından, memleketin ahvalinden, kültüründen, ilmî meselelerden, sanattan, mimarlıktan, şehircilikten, el sanatlarından bahisler açılmalı. Böyle yerlere gelen gençler görgü edinmeli, ufukları genişlemeli. Yatsı ezanı okununca cafédekilerin en az yarısı yukarıdaki camiye namaza gitmeli, sonra sohbet bir müddet daha sürmeli. Bu lokallerin bazısının kahvesi, bazısının çayı, bazısının şerbetleri çok meşhur olmalı. Kapalı mekânlarda hizmet verenlerin dekorasyonları, duvarlardaki görsel malzeme, hatlar, gravürler, ebrûlar, bakırlar, resimler görenleri hayran bırakmalı. Mobilyalar, sedirler, ışıklandırma ince bir zevki aksettirmeli. Açık bahçe şeklinde olanlar da eski Türk zevkinin mahsulü olmalı. Müslümanlar şu onbeş milyonluk şehirde (rakamda mübalâğa etmiyorum) niçin böyle nezih, güzel, zarif caféler, lokaller, bahçeler, çayhâneler, buluşma ve sohbet yerleri kuramıyor?

Bir Cuma Daha

CAMİ görevlisi düğmelere bastı, mâbedin içi göz kamaştırıcı, çiğ, huzur kaçırıcı ışıklarla doldu. Halbuki camilerde ışıkların pek kuvvetli olmaması gerekir; titrek, solgun, loş bir aydınlatma içinde daha iyi ibâdet edilir. Yaz münasebetiyle camiye vantilatörler takmışlar. İmam efendi bunların düğmesine bastı, kocaman pervanaler fıldır fıldır dönmeye başladı. Cemaatin bir kısmı çok terliydi, acaba bu yeller onları rahatsız etmez miydi? Hatip efendi hutbede sağa sola çattı ama Müslümanları hiç tenkit etmedi. Şu Müslümanların hiç mi hatâsı, kabahati, eksiği yok? Din hocalarının, hatiplerin, vâizlerin, imamların bir vazifesi de Ümmet-i Muhammed’i yapıcı bir şekilde tenkid etmek ve uyarmak değil midir? Hutbe çok uzun sürdü. Konuşma insicamsızdı. Hatip daldan dala atlıyor, cemaati bir laf sağanağı altında usandırıyordu. Sözün uzamasından, sıcaktan, işine geç kalma endişesinden dolayı bayağı sıkılanlar oldu. Hatip hutbeyi bitirdi, minberden inmeden önce, camiye yardım ediniz dedi. Namazdan sonra kapıda para toplanacakmış, makbuz kesilecekmiş, para sayılıp tutanak yapılacakmış. Acaba helâ mı yapacaklar, yoksa meşrutayı mı tâmir edecekler? Belki de camiye soğutma cihazları takacaklardır. Cumanın farzını kıldık. Zuhr-i âhir namazından sonra dışarı çıktım. Bir cuma daha böyle geçmişti.

Camilerden Çalınan Levhalar

İshak Paşa camiindeki Sami Efendi ile Reisü’l-hattatîn Hacı Kâmil efendiye âit değerli iki levha çalındıktan sonra, cemaatten bir zata “Buradaki levhalar ne oldu?” diye sordum. Yüzüme şaşkın şaşkın baktı ve “Ben bu camide on beş senedir vakit namazı kılarım, duvarda böyle iki levha bulunduğuna hiç dikkat etmemişim” dedi. Yine Sultanahmet semtindeki camilerden birinin mihrap tarafının sağında eski ve antika bir hüsn-i hat levhası bulunuyordu. Bir iki sene önce, günlerden bir gün o levha da sırra kadem bastı. Eli kırılasıca, şerefsiz, namussuz, alçak rezil bir hırsız levhayı götürmüştü. İmam efendiye, “Buradaki levha ne oldu?” diye sordum. O da, yüzüme hayretle baktı ve “Orada levha mı vardı?” cevabını verdi. Ben dikkat ediyorum, unutmuyorum. Son yirmi sene içinde İstanbul camileri âdeta bir yağmaya uğramıştır. Emirgân camiindeki o güzelim levhaların büyük kısmı çalınmıştır. Fuat Paşa camiinde bir tek levha kalmamıştır. Camilerden binlerce hüsn-i hat levhası götürülmüştür. Bu levhalar vakıftı. Alanlar, çalanlar, korumayanlar vakfiyelerdeki lânete uğrayacaklardır. Tarihe geçsin diye camilerden götürülen levhalar, şamdanlar, kıymetli halılar, kilimler, çiniler, kapılar, pencere kanatları, başka sanat eşyaları konusunda küçük bir broşür yayınlayacağım. Ta ki, gelecek nesiller, bu emânetlere hıyânet edenleri lânetlesinler.

Sarhoşlar

Sarhoşluk sadece içki ve uyuşturucu ile olmaz. Para da insanı sarhoş eder. Akıl almaz servetlere nâil olan bazı ünlü Müslümanların nasıl para sarhoşu olduklarını görüyoruz. Ağızları kulaklarında, otuz iki dişlerini göstererek gülüyorlar. Kazandıkça paraya olan hırsları ve şehvetleri daha da artıyor. Ya riyâset sarhoşlarına ne demeli? Onlar da, elde ettikleri şöhret-i kâzibeler, alkışlar, övgüler, pohpohlar yüzünden iyice zom olmuşlar. Etraflarına az veya çok sayıda adam toplayan müteşeyyihlerin sarhoşluğu da bir âlem. Kendilerini mehdi, kutub, gavs, yegâne-i zaman sanıyorlar. Dut gibi sarhoş bunlar. Peki bu adamlar ne zaman ayılacak? Öldüklerinde. Hayat bir uykuymuş, ölünce uyanırmış insan. 7 Ağustos 1998 Cuma