Cuma

 

Bundan 100 sene önce 1904’teki Türkiye nasıl bir ülkeydi? Bir kıymet hükmü vermeksizin ve bugünkü durumla mukayese etmeksizin (karşılaştırmaksızın), 1904Türkiye’sinin bazı özelliklerini sıralamak istiyorum.

(1) Yüzölçümü olarak çok büyüktü. Avrupa’da, Adriyatik denizine kadar uzanan bir “Rumeli-i Şahane” vardı. İtalya, Türkiye’ye İstanbul ile Mudanya arasındaki mesafe kadar yakındı. Selanik’e, Serez’e, Yanya’ya, Kavala’ya, Manastır’a, Üsküp’e, İşkodra’ya pasaportsuz gidiliyordu. Oralarda Türk bayrağı dalgalanıyordu. Güneyde Suriye, Lübnan,Filistin,Irak, Suudi Arabistan, Sina Yarımadası, Yemen, Kuveyt bizimdi. Afrika’da Trablusgarp (bugünkü Libya) vilayetimiz vardı. Ege denizindeki adaların çoğu bizdeydi. Rodos, İstanköy,Midilli, Sakız…O tarihte Hacca gitmek için pasaport almaya lüzum yoktu.

(2) Devletin ve ülkenin başındaHalife ve Padişah vardı. Osmanlı hanedanı baba tarafından Oğuz Türkleri soyuna mensuptu. Padişahlık ve Halifelik veraset yoluyla Osmanlı hanedanından birine geçiyordu.

(3) Din ve devlet ayrılığı, lâiklik yoktu. Padişah, Halife sıfatıyla dinin de başıydı. İngiltere’de olduğu gibi din-devlet birliği vardı. İngiliz hükümdarı hem İngiliz devletinin, hem de Anglikan kilisesinin başıdır.

(4) Hafta tatili Perşembe günü öğleden sonra başlar, Cuma günü devam eder, Cumartesi günü iş başı yapılırdı.

(5) Müslümanlar İslamî-Hicrî takvimi kullanırlardı. Müslüman halka Miladî takvimi sorsanız hangi ayın, hangi günü olduğunu bilmezdi.

(6) Saatler ezanî-alaturka saatti. Her gün güneş batarken 12.00’ye ayarlanırdı.

(7) Türkçe, İslâm-Kur’ân-Arap yazısıyla yazılırdı.

(8) Bütün İslâm kadınları tesettürlüydü. Şehirlerde hanımlar peçeli gezerlerdi. Sokakta yabancı bir kadına adres sormak çok ayıptı.

(9) Trenlerde, vapurlarda kadınlar için ayrı yerler vardı.

(10) Lokantalarda, muhallebicilerde kadın-erkek beraber oturulmazdı. Hanımların yemek yiyecekleri “Aile kısımları” bulunurdu.

(11) Ülkede milyonlarca Hıristiyan vatandaş yaşıyordu, bunların cemaatlerine “millet” denilirdi. Dinî ve millî kimliklerini korumak ve yaşatmak konusunda geniş bir hürriyete sahiptiler. Kiliseleri, okulları, hayır teşekkülleri vardı.

(12) Padişah her Cuma günü, büyük bir alay ve merasimle Cuma namazına giderdi.

(13) Basın hürriyeti kısıtlıydı, kitaplar, risaleler, gazeteler, dergiler sansüre ve izne tabiydi. Herkes kafasına gelen her şeyi söyleyemez ve yazamazdı. Müstehcen neşriyat yapmak, fitne-fesat çıkartmak mümkün değildi.

(14) Osmanlı hukukuna göre, Padişahın “Sürgüne gönderme” hakkı vardı. Bazı muhalifler, fitne-fesat çıkartanlar İstanbul’dan başka yerlere sürülürdü. Bunların çoğuna gittikleri yerde bir memuriyet verilir, çoluk çocuğuyla birlikte geçimine yetecek maaş bağlanırdı.

(15) Ülkenin her yerinde tasavvuf tarikatları serbestti. Siyasete karışmamaları şartıyla haftanın muayyen günleri, tekke, zaviye ve dergâhlarda zikrullah yapılırdı.

(16) Bundan 100 sene önce Türkiye’nin Müslüman halkının % 97’si beş vakit namaz kılardı.

(17) Ramazan ayında Müslümanların alenen oruç yemeleri yasaktı. “Nehar-ı Ramazanda alenen nakz-ı siyam eyleyenler” polis tarafından yakalanırdı. Hıristiyan vatandaşlar da Müslümanlara hürmeten açıkta yemek yemezlerdi.

(18) 1904 Türkiye’sinde demokrasi yoktu. Otoriter bir rejim vardı. Sultan Abdülhamid’in muhalifleri bu sisteme istibdat derlerdi. İnsaflı kimseler “Şefkatli bir istibdat” diyorlar.

(19) Halife ve Padişah Sultan II. Abdülhamid Şeriata ve tarikata bağlıydı. Beş vakit namaz kılar, Ramazan orucunu tutardı. Yıldız Sarayı’nda Suriyeli Rufaî şeyhi Ebu’l-Hüda es-Sayyadî bulunuyordu. Saraya yakın yerde Padişahın büyük Şeyhi, Şazeliliğin Darkavîlik koluna mensup Muhammed Zâfir el-Medenî Hazretleri tekkesinde ibadet ve zikrullah ile meşgul olurdu. Sultan Abdülhamid’in kızı Şadiye Sultan, babasının Şeyh Zâfir ile her gün görüştüğünü söylemiştir.

(20) 1904 Türkiye’sinde Sultan Abdülhamid gerçek Halifeydi. O tahttan indirildikten sonraki iki Halife, yani Sultan V. Mehmed Reşad ile VI. Mehmed Vahidüddin Hazeratı surî Halifedir. Onların zamanında iktidar Jön Türklerin, Masonların, Sabataycıların, İttihatçıların eline geçmiştir.

(21) 100 sene önceki Türkiye’de Masonluk, sıkı bir kontrol ve baskı altındaydı. Masonluk tarihi yazarı Kemalettin Apak,Sultan Abdülhamid zamanında localarda bin zahmet ve korku içinde Biraderlerin toplanabildiğini, devamlı tarassut altında bulundurulduklarını yazmaktadır.

(22) O zamanların Türkiye’sinde iç göç yoktu. İpini kopartan köyünü, kentini bırakıp büyük şehirlere yerleşemezdi. Yurt içinde seyahat edebilmek için mürur tezkiresi denilen izin kağıtları gerekirdi.

(23) Devlet, memurlara bazen maaş ödemekte zorlanır ve gecikirdi. Lâkin maaşlar altın para ile ödenirdi. Refah ve bolluk vardı. Zenginler, hali vakti yerinde olanlar muhtaçlara, fakirlere yardımcı olurlardı.

(24) Yüz sene önceki Türkiye’de yabancıların camileri gezip görebilmeleri için Şeyhülislâmlık makamından yazılı izin kağıdı almaları gerekirdi.

(25) Müslümanlar fes veya sarık giyerlerdi. Devlet hizmetinde bulunan gayr-i müslimler de şapka giyemezler, Osmanlılığın sembolü olan fesle dolaşırlardı. Osmanlı devrinde avukatlık yapmış olan Rum vatandaşlarımızdan Yorğaki Effiminiyadis’in avukatlık ruhsatı, başına şapka geçirdiği iddiasıyla elinden alınmıştır. 30 Ekim 2004