Cumartesi

 

Ünlü Fransız Modacısı Yves Saint Laurent’in sahibi olduğu modaevini, kırkıncı kuruluş yıldönümünde kapatma kararı sadece Fransa’da değil, bütün medenî dünyada güçlü ve derin yankılar uyandırdı. Yves Saint Laurent Fransa’yı Fransa yapan belli başlı müesseseler içindedir. Kapanma kararı alınması heyecan ve üzüntü doğurdu.

Yanlış anlaşılmasın, Yves Saint Laurent zarar ettiği veya iktisadî sıkıntı içine düştüğü için kapatılmıyor. Aksine, işleri gayet iyi giden, herkesin göz bebeği olan, varlığıyla iftihar duyulan bir sanat ve ticaret kurumudur. Sahibi, “Altmış beş yaşına geldim, kırk seneden fazladır bu işle meşgulüm, artık bırakmak istiyorum” diyor. Başarının, şöhreti zirvesinde olan bir kimse böyle diyor.

Beşerî faaliyetler sadece politikadan, iktisadî ve ticarî hareketlerden, savaşlardan ibaret değildir. Mimarlık, moda, müzik, sanat, edebiyat, kültür de vardır ve hattâ bunlar ilk saydıklarımdan daha önemli ve üstündür.

Türkiye’de sanat, edebiyat, ilmî araştırma, kültür faaliyetleri son derece donuk, sönük, cılız ve güdüktür. Bu yüzdendir ki, yüz yıl boyunca ne pozitif ve tecrübî ilimler sahasında, ne de sosyal ve kültürel dallarda bir tek Nobel kazanamamışızdır.

Türkiye mimarlık sahasında dünya çapında başarılar kazanabilir mi? Tabiî kazanabilir. Böyle bir şey elbette “mümkün”dür.Küçük Finlandiya Aalto ile mimarlık sahasında dünya çapında başarı kazanmış da biz niçin kazanamayacakmışız? Ancak, bizi geri bırakan bir kafa ve zihniyet vardır ki, onu terk etmeden, onu bertaraf etmeden, onu tesirsiz hale getirmeden ne mimarlık sahasında, ne de başka sanat ve kültür dallarında da dünya çapında başarı kazanmamız mümkün değildir.

Eski atalarımız kötü, Osmanlı kötü, millî tarihimiz kötü, kendi kimliğimiz, medeniyetimiz, kişiliğimiz, kültürümüz kötü… Bu kafa ile elbette ilerleme, başarı, yükselme olmaz.

Japonlar ecdatlarına, tarihlerine, kimliklerine, millî yazılarına sövüp sayıyor mu?

Yalçın Küçük Tekelistan adlı kitabında, zâhiren Türk ve Müslüman ismi taşıyan, gerçekte ise Yahudi olan bir sanatçının nasıl dünya çapında şöhrete kavuşturulduğunu anlatıyor. Halbuki bu sanatçının kabiliyeti yokmuş. Sesi olmadığı için plakları, bantları yokmuş.Bütün kabiliyeti Yahudi olmak.. Türkiye böyle balon ve kof şahsiyetlerle, milleterarası sanat ve kültür yarışmalarında nasıl önde koşabilir?

Başka bir şişirme şöhret Türkiye’nin Nobel konusunda tek rekorunu kırmıştır: Uzun yıllardan beri her yıl Nobel’e aday gösterilir ve kazanamaz. Londra’da yayınlanan “Rekorlar Kitabı”na girecek bir rekora sahip olmuştur bu balonumuz.

Şimdi bizim uygar, Batılılardan ziyade Batıcı, Osmanlı fobisiyle mâlül kültürcülerimiz Nazım Hikmet diye yanıp tutuşuyorlar. Nazım’ın Moskova’daki mezarı görkemli törenlerle Türkiye’ye taşınmalıymış. Getirebilirse bari yeni mezarının taşına Nazım’ın Türkiye’den Romanya’ya kaçtıktan, Moskova’ya uçtuktan sonra, havaalanında “Benim gerçek vatanım Sovyetler Birliği’dir. Beni Stalin yarattı” sözlerini de kazıtsınlar.

Uygarlarımız bale bale diye sayıklıyor. Türkiye’nin bütçesinin yarısını bu işe harcasalar bizde bale sanatı gelişmez, güçlenmez. Bu sanat bize çok yabancıdır. Onu, binlerce yıldan beri o yolda yürüyen Batılılar yapsınlar; bizim üzerinde durmamız gereken kendi sanatlarımız vardır, onları güçlendirmeye çalışalım.

Bir ülke düşünün ki, bu topraklardaki bin yıllık varlığının temeli İslâm’a dayanmaktadır ve şimdi birtakım güçlü, tesirli, dediği dedik zümreler ve lobiler İslâm’dan nefret ediyor, İslâm’dan korkuyor. Böyle bir ülke batmaz mı?

Ülkemizin mimarî geleneği Selçukluya, Beyliklere, Osmanlıya dayanır. Bunları dışlarsanız, bunlardan nefret ederseniz ortaya güzel, kalıcı, sanat değeri olan, bütün dünyanın beğeneceği eserler koyabilir misiniz?

Bizdeki bir kısım uygarlar, İslâm’dan nefret ediyorlar ama İslâm öncesi Greko-Romen-Bizans mimarîsine bayılıyorlar.Bizim kimliğimiz başkadır; o aşı tutmaz. Amasya elması ağacına ferik elması aşısını tutturabilirsiniz ama dut ağacına incir aşısı yapılmaz. Boşunadır emekler.

Peki bizde dünya çapında moda olur mu? Olur. Nasıl? Biz İslam medeniyetine mensup bir ülkeyiz. Dünyada bir buçuk milyarMüslüman vardır. Batı ile Doğu arasında, bir ayağımız Doğu’da öbür ayağımız Batı’da bir sentez yapabiliriz. BugünPakistan’da ve Hindistan’da giyilen “İstanbulin” adlı, yakası kapalı, etekleri dize kadar inen ceket Türklerin, Osmanlıların çıkardığı bir modadır.

Müessesesini kapatacağını ilân eden Yves Saint Laurent, Cezayir doğumludur ve yeni création’larında İslâm giyim sanatından ilhamlar almıştır.

Şu anda Türk yüksek tabakası, dünyanın en kötü giyinen zümresidir. Güzel giyinmek için sadece para yetmiyor. Bir takımı beş on milyara, elbiseler yaptırıyorlar, yine de şık, zarif, beğenilir olamıyorlar.

Tahtakale’de bir han içinde, Avrupa’dan gelen elbiseleri satan bir tanıdığım vardır. Geçenlerde görüşürken “Benim dükkanıma, İstanbul’un çok pahalı ve şık elbise mağazalarından müdürler gelip elbise, ceket alıyorlar” dedi. Doğrudur. Adamlar kendi yaptıklarını beğenmiyor.

1930’dan bu yana yetmiş bir yıl geçti. Hangi resmî binanın, hangi okul, üniversite, hastahane, adliye sarayı binasının cephesine Türk çinileri konuldu? Konulmaz. Çünkü çini geleneksel İslâm sanatının önemli bir dalıdır. Binaların cephesine çini koymak gericilik olur. Batılılar yeni binalarına Türk çinisi koyuyor mu? Koymuyorlar. Öyleyse biz de koymayacağız!

Bütün bu yıkım tablosu içinde, Musevî vatandaşımız ve başarılı iş adamı Vitali Hakko, son beş yıl içinde eski Türk-Osmanlı-İslam motif, renk ve dokumalarından ilham alarak birkaç yüz çeşit geleneksel döşemelik üretti. Vakko müessesesini tebrik etmemek mümkün değil. Bazıları bana antisemit der, şimdi de Yahudileri tebrik ediyor diyecekler. Desinler…

Türkiye sanat, kültür, edebiyat, mimarlık ve bunlara benzer başka medeniyet dallarında ancak ve ancak kendi mazisinden, kendi kimliğinden kendi birikiminden güç ve ilham alarak varlık gösterebilir. Gerisi lâf u güzaftır; baledir, fasafisodur. 03 Şubat 2002