Perşembe

 

İnsanın söylediği ve yazdığı her şey doğru olmalıdır ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Bugün nazik, hassas, sancılı bir konuya temas etmek istiyorum. Bir kısım fikirlerimi ve görüşlerimi açıkça beyan edeceğim; edemediklerimi anlamaya çalışırsınız.

Bu ülkede alt-kimlik bakımından çok geniş bir etnik çeşitlilik bulunmaktadır. Türkler, Kürtler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkesler, Gürcüler, Abazalar, Tatarlar.. Din ve inanç bakımından Sünniler, Aleviler, Nusayriler… Bölge çeşitliliği ve farklılığı da tabiatıyla mevcuttur.

Olumlu hareket edilmesi şartıyla bu çeşitlilikler ve farklılıklar bir zenginliktir. Ancak:

Sayıca az olan bazı etnik grupların, mezheplerin, lobilerin ülkede bir hegemonya kurmak için çalışmaları yanlış olur. Diyelim ki, bazı Çerkesler (tamamını tenzih ediyorum…) Türkiye’de gizli bir Çerkes hakimiyeti kurmaya kalkarlar ise yanlış bir iş yapmış olurlar. Aynı şeyi Arnavut asıllılar veya diğer etnik gruplar için de söyleyebiliriz. Normal ve tabii olan, ülke nüfusunun yüzde kaçını teşkil ediyorlarsa, idareye de o nisbette katılmalarıdır. Aksi taktirde birtakım rahatsızlıklar olur.

Birtakım Aleviler
(onların da tamamını hedef almıyorum…)
Türkiye’yi bir Alevi ülkesi haline getirmek isterlerse yanlış bir iş yapmış olurlar. Bazı temel müesseselerde bir Alevi hakimiyeti kurmaya kalkışmak Türkiye’nin sağlığını, dengelerini bozar. Elbette Aleviler de her sahada, her kurumda var olacaklardır, ancak adil bir nisbet dahilinde.

Ülkemizde bölgeler vardır: Doğu Karadenizliler, Konya ve çevresi Orta Anadolulular, Doğu ve Güney Doğulular… Mesela çok çalışkan, çok hırslı, zeki, kurnaz bir kısım Doğu Karadenizli siyasette, mahalli idarelerde, başka saha ve sektörlerde ağırlığın hep Doğu Karadenizlilerde olmasını isterlerse, bu istekleri Türkiye’nin menfaatleri bakımından iyi değildir.

Ülkemizde Sabataycılık gibi gizli, iki kimlikli, esrarlı topluluklar da bulunmaktadır. Sabataycıların ülkede bir hegemonya, bir hakimiyet, bir saltanat, bir tekel kurmak istedikleri iddia ediliyor. Yaptıkları doğru mudur? Onların bilgelik sahibi, vicdanlı, akıllı mensupları doğru olmadığını söyleyeceklerdir.

Bir ara Diyanet kadrosunda Konyalılarla Lazlar arasında bir rekabet ve sürtüşme olmuştu. Bilgelik kaynağı olan yüce İslâm dininin öğretilerine ne kadar ters ve zıt bir rekabet ve çekişme… Din hizmetleriyle ilgili bir mevkie, makama, vazifeye, işe tayin olunmak için ehliyet aranır. Uzmanlık, ilim, kültür, ahlâk, fazilet, karakter, takva… Doğu Karadenizli bunlarda üstün ise işe o tayin edilir, Orta Anadolulu üstün ise o…

Bizde yakınları, hemşehrileri, arkadaşları korumak, işleri ve memuriyetleri onlara peşkeş çekmek hastalığı had safhadadır. Siyasi iktidarlarda, mahalli idarelerde bu hastalık açıkça görülür.

Bir bakan, bir genel müdür, bir belediye başkanı hususi kalem müdürü yahut koruma gibi elemanları elbette tanıdıkları, yakın çevresi içinden seçebilir. Bunun dışındaki bütün memuriyetler, makamlar, mevkiler, işler, vazifeler ehil kimselere verilmelidir. Aksi taktirde emanetlere hıyanet edilmiş olur.

Yakın tarihimizde birtakım politikacılar ve belediyeciler, bazı yakınlarını birtakım memuriyetlere tayin ettirmişler; bu adamlar dairelerine hiç uğramamış, sadece aydan aya bankamatikten maaşlarını çekmişlerdir. Din ahlâkı böyle bir şeyi kabul etmez. Bu mecazi mânâda bir hırsızlıktır. Din dışı ahlâk da bunu kabul etmez.

Devlet, belediye, ülke, halk hizmetlerinde hatıra gönüle bakılmaz. Emanetler, adaylar içinde en ehil ve layık olanlara verilir. Böyle yapılmıyorsa o ülke, o devlet büyük sarsıntılar geçirir, nitekim manzara ortadadır.

Sizin bir işyeriniz, mesela bir lokantanız olsa, buraya alacağınız aşçıbaşı, şef garson, garson, müdür, muhasebeci gibi elemanları nasıl seçersiniz? İş bilen, tecrübeli, çalışkan, dürüst, iş bitiren, başarılı, müesseseye faydalı olacak adamları titizlikle arayıp bulmaz mısınız?.. Tersini yapacak olursanız, müesseseniz ne olur? Tepetaklak olur, iflas edersiniz. Yazık ki, devlet ve belediye işlerinde genellikle böyle yapılmıyor.

Dünyada işleri iyi yürüyen ülkeler görüyoruz, mesela İsveç, Almanya, Avusturya, İsviçre, Kanada, Japonya, Güney Kore… Bu ülkelerin işlerinin iyi yürümesinin ana sebepleri şunlardır:

– Oralarda halk ehliyetli, liyakatli, başarılı, faydalı idarecileri seçip iş başına getirir. Arivistlere, popülistlere, şarlatanlara, soytarılara, hokkabazlara, yalancılara, karmanyolacılara itibar etmez, oy vermez.

– Oralarda devlet ve belediyeler, siyasi iktidarın ve seçilenlerin babalarının çiftliği değildir. En ufak bir yolsuzluk bile affedilmez. Yapanı tepetaklak ederler, icabında mahkemeye verirler, cezaevine koyarlar.

– O ülkelerde politik faaliyetlerle, mahalli idarelerle ilgili kanunlar, nizamlar, kurallar işletilir, hiçbir aksaklığa, sahtekarlığa, hırsızlığa göz yumulmaz, meydan verilmez.

Zamanımızda İslâm ve Türk Dünyasında maalesef genel bir kokuşma görülmektedir. İslâm dini rüşvete, irtikâbâ, hırsızlığa, haram yiyiciliğe izin vermiyor ama bir takım Müslümanlar, mensubu bulundukları bu yüce dinin yasaklarını çiğniyorlar. İsviçre’de bir gümrükçünün, bir polisin, herhangi bir memurun rüşvet alması düşünülebilir mi? Kesinlikle düşünülemez. Herhangi bir rüşvet hadisesi olursa kesinlikle bilin ki, istisnaidir. Birtakım İslâm ülkelerinde böyle midir?

Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak zamanlarında yamukluğa, memuriyetlerin suiistimaline, rüşvete, haksızlığa kesinlikle fırsat verilmiyordu. Her sahada adalet vardı, emanetlere riayet ediliyordu. Kaç kere yazdım, bir kere daha tekrarlayayım: Kanun-i Sultan Süleyman yüz binden fazla askerle İstanbul’dan çıkmış, Orta Avrupa’ya sefer ediyor. Bir gün yolda bir sipahi askerini idam ettirir. Suçu, ekili bir arazide atını otlatmasıdır… O büyük imparatorluğun böyle bir şeye rızası ve tahammülü olamazdı.

Marc Aurel şöyle diyor: “Atımın ayaklarındaki nallardan birinin bir çivisi eksik olsa bütün Roma İmparatorluğu bozuk demektir…” Yazık ki, Türkiye’nin bütün çivileri yerinden oynamıştır. On milyonlarca vatandaşın tarih felsefesi, sosyoloji, antropoloji, amme hukuku kültürleri yeterli değil ki, bu gidişin yıkıma ve felakete doğru bir gidiş olduğunu anlayabilsinler. Bir ülkenin gerçek aydınları, büyük düşünürleri bir nevi İsrafil gibidir. Toplumu, idarecileri, sorumluları, emanet ehlini uyarmakla mükelleftirler. Vah böyle aydınlara, düşünürlere sahip olmayan ülkeye! 12 Mart 2004