Zart’a Kızdığı İçin Zurt’u Desteklemek
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Bir kısım vatandaşları anlamakta zorlanıyorum. Zart Partisine çok kızdığı için Zurt Partisine oy verecekmiş… Dört beş senede bir niçin oy verilir? Ülkenin, devletin iyi idare edilmesi, vatandaşların huzur, adalet, refah içinde yaşaması, Türkiye’nin manen ve maddeten kalkınması ve yücelmesi için değil mi?.. Zart’a kızmış da Zurt’a oy vermiş… Ya böyle yaptığı için hem kendisinin, hem de memleketin başını belâya sokarsa, hattâ büyük felaketlere yol açarsa ne olacak?
Zart Partisine çok kızıyor; şöyle yapmış böyle yapmış… Peki, ona kızdığı için körü körüne oy verip destekleyeceği Zurt Partisi tertemiz, ak pak, Zemzemle yıkanmış bir parti midir?
Gerçekten, halkımızın bir kısmında akıl ve mantık kalmadı. Bundan yirmi yıl kadar önce okullardan felsefe derslerini, bu arada mantığı kaldırdılar (yahut bu sahada doğru dürüst bir şey öğretmediler), sonunda yeni nesiller doğru düşünme, iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğini yitirdiler.
Lisanımızda ne güzel sözler var:
“Papaza kızıp oruç bozmak…”, “Pire için yorgan yakmak…”
Seçimlerde oy verirken Türkiye’nin bütününü düşünmek gerekir. Bizde vilâyetler, ilçeler, şehirler, köyler sadece kendi menfaatlerini düşünerek oy veriyor.
Benim şehrim veya vilayetim ihya olsun da ülkenin öteki kısımları batarsa batsın… Yahut öteki yerler beni ilgilendirmez. Nasıl ilgilendirmez. Ülke çok büyük bir gemi gibidir. Batarsa toptan batar.
Siyasî liderlerden Bay Tepegöz’e kızdı ya, gider oyunu Yangöz’e verir.
Türkiye’nin bilge kişileri oturup bir broşür hazırlasalar ve vatandaşın, oyunu kullanırken nelere dikkat etmesi gerektiğini yazsalar, açıklasalar ne iyi olur.
Parti tutma, oy verme konusunda İslamî cemaatler de aynı hizada değil. Filan tarikat şu partiyi, falan cemaat bu partiyi, feşmekân dinî grup o partiyi destekleyecekmiş.
Bir Müslüman fanatik, militan, saldırgan şekilde din düşmanlığı yapan, vatandaşın en tabiî hakkı olan din hürriyetini ihlal eden siyasetçileri destekleyebilir mi?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın iki uzun ve gerekçeli fetvasına göre İslam dininde farz-ı ‘ayn olan tesettürü ve başörtüsünü yasaklayan zihniyet desteklenir mi?
Başörtüsü yasağı bir zulüm değil midir?.. Zulüm Kitab ile, Sünnet ile, İcmâ-i Ümmet ile haram değil midir? Müslüman, zalimleri destekleyebilir mi?
Dinimiz helal ticareti, helâl kazancı, helal işleri teşvik etmiştir. Buna mukabil haram, necis, pis, kara kazançları yasaklamıştır. Müslüman kara para sahiplerini destekleyebilir mi? Böylelerini destekleyenler Mevla’larını mı bulur, yoksa belâlarını mı?
Sen ne karışıyorsun, bu ülkede hürriyet var, ben dilediğime oy verir, dilediğimi seçerim… Buna karışan yok. Ben sadece uyarıyorum, ihalelere fesat karıştıranları…
Az bir zaman içinde kirli ve karanlık oyunlarla çok büyük zengin olanları…
Yakınlarını, arkadaş ve dostlarını, partizanlarını kayırıp emanetleri ehline değil, ehil olmayanlara verenleri…
Devlet bütçesini ve belediyelerinkini hortumlayanları… Yukarıda saydıklarıma benzer bir sürü suç işleyenleri destekleyenler Türkiye’nin kuyusunu kazmış olmazlar mı? Şimdi çokbilmiş zevattan soruyorum: Hangisi ehven-i şerreyndir?
Yolsuzluk yapan zalim sözde dindar (aslında münafık) mı?
Yoksa, dindarların temel hak ve hürriyetlerini kabul eden, militan bir şekilde dinsizlik yapmayan âdil dinsiz mi?
Bu soruma icazetli gerçek din hocaları ve müftüler cevap verirlerse memnun ve minnettar olurum.
Aklı başında dindar ziyalılar da düşünsünler…
Önümüzdeki seçim Türkiye için bir ölüm kalım seçimi olacaktır.
Sevgili halkımız inşaallah yanılmaz, kötü tercih yapmaz.
Muhterem Gökhan Bey: Beş sayfalık mektubunuzu aldım, teşekkür ederim. Yazınızın 8’inci maddesinde benim Sabataycılarla ilgili kitabım için “Keşke sizin kitabınızın özeti bir dosya kağıdından fazlasını doldursaydı…” diyorsunuz. O kitabın özeti, değil bir dosya kağıdına, yarım dosya kağıdına bile sığar. Hz. Ali kerremallahu vecheh efendimiz “İlim bir nokta idi, onu câhiller çoğalttı” buyuruyorlar. Bahs ettiğiniz kitap, aynı konudaki gazete yazılarının bir araya getirilmesinden meydana çıkmıştır. Özeti de şudur: Ülkemizde iki kimlikli iki dinli, dıştanmüslüman ve Türk görünen, gerçekte ise Yahudiliğin bir sektine mensup bulunan gizli, güçlü, tesirli bir cemaat vardır. Bunlar ülkemizde devlet içinde devlet olmuşlardır. Bunları tanımak gerekir!.. Görüyorsunuz benim özetim yarım sayfa bile olmadı. Gazete yazılarından derlenmiş bir kitap elbette ilmî bir araştırma teşkil etmez. Onda fazla derinlik, teferruat (ayrıntı), notlar bulunmaz. Niyetim bunlar değildi. Konunun gündeme girmesini, halk yığınlarının durumu bilmesini istiyordum.Hürriyet gazetesi kitabımın tam sayfa tanıtımını yaptı, Kanal 7’de dört saat süren bir programdan sonra tahminimce milyonlarca vatandaş ülkemizdeki Sabataycılık gerçeğini öğrenmiş oldu. Zaten bendenizin gayesi de buydu. Tarihçi değilim, araştırıcı ve uzman değilim… İki kere ikinin dört olduğunu, bir çocuğun yaşça babasından büyük olamayacağını, bütünün parça içine giremeyeceğini söylemek için matematikçi ve mantık hocası olmak gerekmez. Aynı konudaki diğer kitaba gelince: Onun yazarını diğer bir eserindeki iftira ve yalandan dolayı mahkemeye vermiştim (davayı yakın zamanda kesin olarak kazandım), kitabını baştan sona kadar okumadım. Bu zat karışık ilişkileri olan bir kimsedir.Kitabındaki bilgiler kendisine derinler tarafından verilmiştir. O kitap hangi niyet ve kasıtla yazılmıştır? Burası önemlidir. Sabataycılar, konuyu çarpıtmak, meseleyi sulandırmak, dikkatleri dağıtmak, zihinleri tağşiş etmek (kafaları karıştırmak) istiyorlar. Beş yüz sayfalık kocaman bir kitap… İçindeki binlerce bilginin bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış…Böyle bir eserden ne hayır gelir? Keşke halkımıza önemli, hayati, zaruri, lüzumlu, mutlaka bilinmesi gereken mâlumatı ve kültürü, birer dosya sayfası hacminde özetler halinde verebilsek. Özet olarak şunu söyleyebilirim. Sabataycılık hakkındaki mütevâzı ve iddiasız kitabım, kendisinden beklenileni fazlasıyla yapmıştır, konunun Türkiye gündemine girmesine öncülük etmiş, vesile olmuştur. Bir yol açılmıştır. Güçlü düşünürlerin, büyük tarihçilerin, araştırmacıların, uzmanların devamını getirmeleri temenni olunur.
Mektubunuzun 9’uncu maddesinde “Yazılarınız çoğu zaman giriş gelişme sonuç prensibinden öte; son cümlelerin havada asılı kaldığı, estetikten uzak oluyor” (cümleyi aynen aldım…) diyorsunuz. Bir Osmanlı edibinin, Fransızca’dan tercüme ettiği bir cümle vardır: “Üslûb-i beyan aynıyla insan…” Bendenizin üslubu böyledir. Bir de şunu düşünmek lâzım: Bir meseleyi ve konuyu açıkça yazamıyorum. Bazen “leb…” diyor, gerisini getirmiyorum. Zeki ve kavrayıcı okurlar bunun leblebi olduğunu anlarlar. Şahsî kanaatim şudur: Bir fıkra muharriri (köşeyazarı) okul çocuklarının kompozisyonları gibi girişli, gelişmeli, sonuçlu yazılar yazmamalıdır. Diskürsif ve spekülatif düşünce ve üslup gerçekleri anlatmak için her zaman başarılı olmaz. “Intüitif” üslup ve metodu da kullanmak gerekir. Önemli olan birtakım fikirlerin gerçeklerin, temennilerin, çare ve çözümlerin başkasına ulaştırılmasıdır. Üslup o kadar önemli değildir. Rahmetli Üstad Necip Fazıl bir gün bana “Şevket, sen konuşur gibi yazıyorsun…” demişti. Gazetecilik, düşünce, edebiyat konusunda hiçbir iddiam olmadığını bir kere daha tekrarlamak isterim.
Tenkitlerinizden hiç rahatsız olmadım. Sizeteşekkür ediyorum. Prensibim şudur: Övgülerinizi çöp sepetine, yararlı ve müsbet tenkitlerinizi postaya veriniz… Hürmetlerimle… 09 Temmuz 2007