27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ülkenin en cesur aydını, İst. Ün. Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Fuad Başgil idi. Makalelerini sivil halk heyecanla okuyordu, egemen azınlık ise öfkeyle…

O bir ilim adamı idi, memleketin durumu hakkında ilmî yazılar kaleme alıyordu. Onun yazılarında bayağılık, polemik, sen ben kavgası yoktu.

Sivil Adnan Menderes iktidarını, hürriyetleri kısıtlamakla suçlayan askerî darbeciler boğucu bir baskı rejimi kurmuşlardı.

Nihayet Ali Fuad Başgil’i tutukladılar.

Harbiyedeki Birinci Ordu karagahının altındaki hücrelerden birine koydular. Hocanın ağzından bizzat dinlemiştim:

Yerin kaç kat dibinde izbe bir hücre. Pis duvarlar, pis bir yatak, tavandan sönük ışıklı bir ampul sarkıyor… Hücrenin içinde tuvalet ve lavabo yok.

Kapının önüne süngülü bir asker bekliyor. Hoca koskoca bir hukuk profesörü, üstelik Anayasa Hukuku Kürsüsü başkanı.

İçeriden kapıyı tıklatıyor. Asker, ne istiyorsun diye soruyor. Oğlum yüzümü yıkamak istiyorum, kapıyı aç beni musluğa götür diyor.

Asker kapıyı açıyor, bir koridorda yürütüyor.

Aha şurada yıka yüzünü diyor. Lavabo falan yok. Asker ona pis bir helânın yer seviyesindeki pis musluğunu gösteriyor…

Her yer kir pislik içinde… Hoca yaşlı, zaten başına gelenler dolayısıyla kan beynine çıkmış. Yüzünü yıkamak için eğilse belki de beynindeki damarlarından biri çatlayacak.

Hocayı Harbiye binasında ziyaret imkanımız yoktu… Kendisini oradan Balmumcudaki

Askerî Hapishaneye

nakl ettiler. Orada ziyaret mümkündü. Bir gün birkaç arkadaş onu görmeye gittik. Bir yığın formalite arama tarama… Hocaya bir kutu lokum götürmüştük. Asık suratlı bir binbaşı kutuyu askere açtırdı, lokumlara baktı, sonra kontrol edin dedi. Bir asker elindeki kocaman bir iğne ile lokumları deldi, içlerinde bir şey gizlenmiş mi diye… Hoca medenî bir insan, biz de elhamdülillah medenî idik. Hiç lokumların içine bir şey gizlemek densizliğini yapar mıydık… Askerî vesayet darbesinin bir hukuk profesörüne reva gördüğü muameleler bunlar idi.

Başgil Hoca, serbest kaldıktan sonra ilk yapılan seçimlere girdi ve Samsun senatörü seçildi.

Cumhurbaşkanı seçimi olacaktı.

Hoca sivil Türkiyenin adayı idi.

Bir akşam vakti onu Haydarpaşa garından Ankaraya uğurlamıştık. Yanında, Yağmur Yayınevi sahibi, daha sonra Balıkesir milletvekili olan dostum merhum İsmail Dayı bey vardı.

Ali Fuad Başgil, namuslu ve serbest seçim yapılsaydı kesinlikle Cumhurbaşkanı olacaktı ama ihtilalciler, darbeciler, vesayetçiler bu imkânı vermediler.

Hocayı tehdit ettiler.

Cumhurbaşkanı seçilirsin ama üç gün sonra kurşunlanmış cesedin Çankaya sırtlarındaki kırsal arazide bir çukurda bulunur dediler.

Hocayı İsviçreye sürdüler. Rahmetliye mektuplar göndermiştim. Orada Fransızca bir kitap yazıyordu. Benden

Maverdî’nin Ahkam-ı Sultaniye’sinin Fransızca tercümesini istemişti. Kütüphanemdeki Fagnan nüshasını postalayıp göndermiştim.

Türkiyedeki tek parti rejiminde, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askerî darbe idarelerinde hürriyet, demokrasi ve çoğulculuk olmamıştır.

Çok zulümler, idamlar yapılmıştır. Çoğunluk ezilmiştir. Vatandaşlar dinlerinden, inançlarından, fikir ve görüşlerinden dolayı tutuklanmış, âdil olmayan mahkemelerde yargılanmıştır. Zindanlarda nice mâsumlar çile çekmiş, kan kusmuştur.

Bugün egemen azınlıklar, vesayetçiler hürriyet isteyip duruyor.

Onların özledikleri faşist rejimlerin kara günlerinde hiçbir zaman bugünkü kadar hürriyet, serbestlik, demokrasi ve çoğulculuk olmadı…

Kanunsuz gösterilere biber gazı ve tazyikli su sıkılmasından şikayet edenlere soruyorum.:

Gaz ve su idam sehpasından, zindanda çürümekten, sürgünlerde sürünmekten evlâ=yeğ değil midir?

M. Kemal ve İsmet paşalar rejiminde Taksim Gezisi gibi bir kalkışma olsaydı, hükümet nasıl karşılık verirdi?.. Sıkıyönetim ilan edilmez, İstiklal Mahkemeleri kurulmaz ve isyancılar feci şekilde cezalandırılmaz mıydı?

Maalesef onlar bugünkü serbestliğin, çoğulculuğun, demokrasinin kıymetini bilmiyorlar veya anlamıyorlar.

Yahut eski faşist rejimlerin tekrar gelmesini istiyorlar

. Allah bu halka, bu ülkeye o eski kara günleri göstermesin.

(İkinci yazı) Dönen Dolapların İçyüzü Nedir?

Türkiye gazetesinin 9 Şubat 2012 tarihli sayısının birinci sayfasında

“Ermeniler Gerçek Kimliğine Dönüyor”

başlığı ile yayınlanan haberi bir kere değil, on kere dikkatlice ve iyice okumaz ve ezberlemezsek ülkemizde dönen dolapların içyüzünü anlamamız mümkün olmaz.

Barcı bir kadın başını örtmüş, müftü karısı kılığına girmiş… Gezi parkında bir kadın soyunmuş, bikinili mayo ile poz veriyormuş… Parkta çadırlar kurulmuş… Polis çadırları sökmüş… Biber gazı yakar, tazyikli su devirirmiş… Caddelerde meydanlarda birtakım adamlar put gibi sessiz sedasız duruyormuş… Rizeliler bunlara karşı dönen devranlar yapıyormuş…

Zahide Teyze

adında yaşlı bir kadın yeter artık bu rezalet be diye avaz avaz bağırmış… Yaşa be Zahide Teyze!..

Bu dedikoduları bırakalım da dönen dolapların içyüzünü öğrenmeye çalışalım.

Türkiyede neler oluyor? Bu olup bitenler ne manaya geliyor? Bundan sonra neler olabilir? Düğmeye basılmıştır bir kere, çarklar dönecektir.

Türkiyeyi parçalamak, çökertmek için her şeyi yapacaklar ve deneyeceklerdir. Hatırlarsınız birkaç yıldan beri sokaklarda öfkeli kalabalıklar avaz avaz

“Hepimiz Ermeniyiz”

diye bağırmışlardı. Bunun mânası nedir?

Bugünkü Ermenistan’ın dört beş misli sözde

Batı Ermenistan

‘ı Türkiyeden kopartma stratejisinin planları uygulanıyor.

Elbette ki sahnedekilerin hepsi Kripto Ermeni değil ama senaryoyu yazanların ve uygulayanların çoğu onlardan. Bu işlerin içinde sadece Kripto Ermeniler değil, daha nice gizli ve derin güçler var.

Bırakın yahu Zahide Mahide Teyzeleri de; dönen dolapların, oynanan oyunların mahiyetini anlamaya çalışın.

Türkiyenin çoğunluğunu oluşturan

Sünnî Müslümanların söz sahibi ve iktidar olmasını istemiyorlar.


Hahambaşı Haim Nahum doktrininden

ayrılmaya kabul etmiyorlar. Türkiyede demokrasi olsun ama demokrasinin üzerinde

Kemalist ideoloji

olsun.

Anayasada eşitlik yazılsın ama egemen azınlıklar çoğunluktan daha eşit olsun. Hukuk olsun ama hukukun üzerinde laikçilik olsun.

Serbestlik olsun ama bikini mayo başörtüsünden daha serbest olsun. Din öğretimi olsun ama okullarda okutulan din dersi kitaplarının başında Besmele olmasın,

Paşanın resmi ve Gençliğe Beyannamesi

olsun.

Taksim Gezisi kalkışması ile başlayan olaylar devam edecektir.

Kan dökülmediği, adam ölmediği için içleri yanıyor.

Derin güçler suikastlar tertipleyebilir.

Yeni krizlere, yeni patlamalara hazır olmalıyız.

Gözleri o kadar dönmüştür ki, iç savaş bile çıkartabilirler.

Soyunan kadın, ağaç gibi duran adam, Zahide Teyze, müftü karısıyım diyen hatun, biber gazı, tazyikli su, parktaki çiş ve kazurat kokusu dedikodularını bırakalım da

dönen dolapları öğrenmeye çalışalım.

Türkiye düşmanı bütün şeytanlar satranca eğilmiş.

Bu satranç Zahide Teyze ile kazanılmaz.

(Yukarıda tarihini verdiğim Türkiye gazetesindeki haberi siz hâlâ okumadınız mı?)

29 Haziran 2013