Cumartesi

 

Gülay Göktürk hanımefendi e-mail hattını kapatmış. Hiçbir işe yaramayan bir sürü fuzulî, lüzumsuz mesajdan, reklamdan, propagandadan bıkmış, usanmış.

Bendeniz ta başlangıçtan beri e-mail kullanmam. Hiçbir faydası yok mu, işe yaramaz mı? Elbette faydası var, işe yarıyor ama bizde her şey suiistimal edildiği gibi e-mail de ediliyor.

Adamcağız amatör bir düşünürdür. Yirmi beş sayfalık, “Türkiye’nin kurtuluşu için bir rapor” hazırlıyor, çalakalem. Sonra bunu her yere e-mail’liyor.

Bir belediye başkanı bir parka dikilen elektrik feneri direğinin açılış törenini yapıyor. Davullar zurnalar çalıyor, folklor ekipleri oynuyor, kurbanlar kesiliyor, nutuklar atılıyor. Onun da haberi, resimleri e-mail ile gönderiliyor.

Bir sekt, tarikat veya cemaat taraftar kazanmak, para toplamak istiyor. Onlar da e-mail edebiyatına başvuruyor.

Biri bir yazınıza kızıyor, e-mail ile sizi bir temiz haşlıyor, tahkir ediyor.

Doğru mu yanlış mı, kontrol etmenin imkanı yok, birileri maddî yardım istiyor. Onlar da e-mail’den istifade ediyor, banka numarası vererek sadaka talep ediyor.

Bazı hinoğlu hinler dezenformasyon yapmak istiyor, e-mail’i kullanıyor.

Türkiye maalesef bir kalitesizlikler, bayağılıklar ülkesi haline gelmiştir. E-mail de bundan nasibini almıştır.

Cep telefonu konusunda son derece bayağı durumda değil miyiz?

Bir kadın veya erkek sokakta akıntı çağanozu gibi yampiri yumpiri yürüyor. Bir eliyle kulağındaki telefon cihazını tutuyor. Ha ha ha, hi hi hi, ho ho ho… Ben ona dedim ki, o da bana dedi ki, sonra ben tekrar ona dedim… Ha unutmadan söyleyeyim, Sevgi o gece ne kadar rüküştü, doğrusu ben utandım, annem geçenlerde sarma sarmıştı, nefis oldu… Sen ne yapıyorsun?.. Kocan ile aran nasıl?.. Bizimkiyle aramız açık. Ben Bodrum’a gitmek istiyorum, o ise Fethiye diye tutturdu… Ha ha ha, hi hi hi, ho ho ho…

Herif otoyolda Mercedes ile saatte 160 kilometre giderken hem arabayı kullanıyor, hem de cep telefonu ile mesaj gönderiyor. Ben aynı arabada olmasam fazla gam yemeyeceğim…

Çivisi çıkmış bir toplum içinde yaşıyoruz. Herif lüks bir kebabçıya gidiyor; beş çeşit çerez, bir buçuk porsiyon bol tereyağlı iskender kebabı, zeytinyağlı fasulya ve dondurmalı baklava yiyor. Baklavanın dondurmalısı mı olurmuş? Bizde oluyor. Üzerine kahve içiyor, ardından üç bardak demli çay. Bu adama on milyon liraya değerli ve faydalı bir kitap almasını söyleseniz almaz. Ne olacak, magandanın teki…

Öyle sözde okumuşlarımız var ki, yabancı bir ülkeye giderler, bir hafta kalırlar ve bir tek müzeyi ziyaret etmezler.

Otelde akşam yemeği açık büfe şeklinde veriliyor. Bizimki kocaman bir tabağı tepe tepe dolduruyor. Onu yiyor, koşuyor ikinci bir tabak daha dolduruyor, onu da midesine indiriyor. Daha bitmedi, ardından tatlılar, meyvalar geliyor. Portakal suyu, madensuyu, gazoz… Çay, kahve… “Niçin bu kadar tıkınıyorsunuz?” diye sorarsanız “Açık büfe!..” cevabını alırsınız.

Herif grand tuvalet giyinmiş. Gömlek 100 dolara alınmış, boynundan yular gibi sarkan gökkuşağı renkli kravat 80 dolara. Sıkıntı içinde kıvranıyor, “Bugün hiç rüzgâr esmiyor…” diyor. Ben onun derdini biliyorum, rüzgârın kravatını ters çevirmesini bekliyor…

Ben o kaltabanın niçin iflas ettiğini biliyorum. İşleri iyi gidip köşeyi dönünce bir milyon dolara koru içinde köşk aldı, Marmaris’te pahalı ve lüks bir yazlığa 500 bin dolar verdi. Çocuklarının emektar ve çilekeş annesi karısını buruşuk bir mendil gibi fırlatıp attı, genç ve fingirdek bir karı aldı… Sonunda bu kadar lükse, israfa dayanamadı battı. Vaktiyle soysuzu vali yapmışlar, ilk önce babasını astırtmış…

Nerede kalmıştık?.. Bedevî herif abdesthaneye tahtırevanla gider ama evinde kütüphane yoktur.

Bizimki hiç kitap okumaz değil, altı ay önce “Kur’ân’daki esrarlı şifrenin içyüzü” adlı kitabı aldı, çok önemli bir kitap diye hayli reklamını yaptı.

Bayımız Kehkeşan efendiye bağlıdır ve her yıl ona büyük miktarda yardım yapar. Ancak kan damarda durmazmış, bu suretle servetinin bir kısmı erir gider. Kehkeşan’a milyarlar ödemekle de hayır hasenat, din hizmeti yaptığını sanır.

Yetmez bey saatler süren tartışmalı ve tartaklaşmalı açık oturumlara bayılır. Saat birden ikiden sonra koltukta uyuyakalır. Ertesi gün tanıdıklarına ve etrafına “Çok kaliteli bir açık oturumdu, çok aydınlandım ve yararlandım…” der.

En pahalısından bir dijital kamera almıştır. En faydasız ve lüzumsuz şeyleri çeker de çeker. Daha sonra bunları seyretmeye vakti olacak mıdır?

Kendini kültürlü sanan ünlü bir magandayı anlattılar; pahalı ve lüks yalısının her yerini gizli kameralarla, acayip ışınlarla, garip cihazlarla doldurtmuş. Bu iş için çok büyük paralar harcamış. Komşuları tarafından “Mahremiyetlerini ihlâl ettiği” gerekçesiyle mahkemeye verilmiş. Bu adam, otuz iki dişini gösterecek şekilde sırıtarak bu yaptıklarının zenginlik, kibarlık, bir nevi asalet olduğunu sanıyormuş…

Bundan beş altı yıl önce zirvedeki bir büyük şahsiyetin bir yakını yabancı bir ülkeye uçmak için Yeşilköy havaalanına gelmiş. Böyle bir adam ne yapar? Tabiî ki, VİP kapısından geçer, VİP salonunda biraz dinlenir ve uçağa öyle biner. Oradaki görevliler herifi VİP salonuna almamışlar. Adam küplere binmiş, kendini kaybetmiş, kriz geçirmiş, bağırmış çağırmış. Hemen cep telefonuna sarılmış, Ankara’daki zirve zatı aramış. “Çok kötü durumdayım, beni VİP salonuna sokmadılar, böyle bir rezalet tarih boyunca görülmemiştir, aman imdadıma yetişin, bir şeyler yapın, ben VİP kapısından geçeyim, VİP salonunda oturayım, VİP’leneyim..” demiş. Zirvedeki kodaman da bu işe kızmış, “Nasıl olur da benim bir yakınım VİP’e alınmaz, biz VİP değil miyiz be!” diye söylenmiş, ilgililere emir vermiş, onlar telâş içinde havaalanını aramışlar ve zirve zatın zırva yakını VİP’lenmiş…Herifte biraz haysiyet olsaydı halkı gibi normal yollardan geçerdi. 31 Ağustos 2003